Anasayfa Blog Sayfa 4

Keş Dağında 175 metre derinlik

11

Anlatacak çok şey varken nereden başlayacağımı bilemiyorum. O yüzden hızla başlayacağım.

Bu gezimiz ATLAS Ekim,2009 sayısında Ali Ethem Keskin fotoğrafları ve Ali Yamaç’ın kalemi ile yayınlandı. MADAG’dan Volkan Evrin ve Hande Ceylan’ da Yeşilgöz’e yaptıkları dalışı anlattılar.

Temmuz sıcağında Kahramanmaraş’tayız. Kahramanmaraş’ı hep Güney Doğu Anadolu bölgesinde  olduğunu düşünürdüm. Ancak Akdeniz bölgesinde yer alıyor. Dondurması ve tatlıları ile ün salmış bu şehir’i çok fazla görme şansımız olamayacak. Çünkü hedef noktamız Tekir beldesinde bulunan Yeşilgöz. Aslında tam olarak da Yeşilgöz değil. Yeşilgöz’ün yukarısında yer alan Keş Dağında bulunan Düden’i araştırmak. Düden sadece bir söylentiden ibaret. Daha önceden giren yok. Amacımız Keş Dağı’na giderek bu düden’i keşfetmek.

ASPEG olarak düzenlediğimiz geziye İstanbul’dan sekiz + bir kişi katıldık. Ali Ethem Keskin yükü fazla olunca kendi aracı gelmeyi tercih etti. Bizler ise sabah uçağı ile Kahramanmaraş’a gittik. Ankara’dan ise MADAG (Mağara Dalışı ve Araştırmaları Grubu – http://www.madag.org/) yeşilgöz’de araştırma için geldiler. MADAG Yeşilgöz’e dalarak gölün beslendiği mağarada incelemede bulundular.

Havaalanında bizleri kiraladığımız minibüs karşıladı. Oradan kargo ile gönderdiğimiz bir yığın eşyayı zar-zor minibüse sığdırdıktan sonra doğrudan Yeşilgöz’e varabildik. Mağara ve kamp malzemeleri, yiyeceklerin tümünü kargo ile gönderdik. 8 günlük kamp hesabına göre gönderilen koliler 14 kişilik minibüsü kapladı..

Yeşilgöz’e vardığımızda MADAG Yeşilgöz kıyısında yerini almıştı. Eşyaları minibüsten indirip hemen Yeşilgöz’ün manzarasına kendimizi kaptırdık. Yeşilgöz’ün dünya harikası bir görüntüsü var. İşte Yeşilgöz:

ann_0194

ann_0277

Yeşilgöz dibinden güçlü bir su kaynağıyla besleniyor. Yeşilgöz gölü çanak şeklinde ve yaklaşık 24 metre derinliğinde. Göle dalan MADAG gölün dağ tarafında bulunan mağaradan 45 metreye kadar daldılar. Ancak son bir yarıktan geçmeleri için farklı bir donanım gerektiğinden keşifi henüz tamamlayamadılar.

MADAG dalışta:

ann_0254

Bizim ise bugün Keş dağına çıkmamız gerekiyor. Düden düşündüğümüz gibiyse 7 gün ancak yeterli olacaktır. Bu yüzden de keş dağına bugün çıkmak için katırların ayarlanması gerekiyor. Katırlar eşyaları taşımak için gerekiyor. 350 metre ip, çantalar, kamp malzemeleri, yiyecekleri ancak üç katır taşıyabilecek. Barbaros ve Murat Eğri bu işle uğraşırken bizler Yeşilgöz’ün keyfini çıkartıp MADAG’dan bilgi alıyoruz. Bu sırada yorulan Nuray ile Biblo gölün kıyısında kestiriyorlar:

ann_0229

Katırların gelmesi ile eşyaları katırlara yüklüyor ve katırların yanında yürüyüşümüze başlıyoruz. Sıcak altında başlayan yürüyüşümüz rehberlerin yolu kaybetmesiyle gece karanlığında sona eriyor. Yeşilgöz 1,035 metrede.. Biz önce 2,000 metreye çıkıyor sonra 1870 metrede kamp atıyoruz. Yaklaşık olarak 1,000 metre irtifa kazandık ve 6 saat boyunca yürüdükten sonra oldukça yorgun düştük. Karanlıkta bizi karşılayan birisi var. Elinde fener şaşkınlık içinde. Bizde şaşkınlık içindeyiz. Çünkü geldiğimiz bu noktada kimsenin olmasını beklemiyoruz. Karanlıktan kimse birbirini görmüyor. Katırlar üzerindeki yükleri boşaltıp yükleri ve kamp malzemelerini ayrıştırıyoruz. Bu sırada bir ses “önce gelin” dinlenin diyor.  Bu sesin sahibi Eyüp Karataş. Hepimiz göz göze bakışıp şaşkınlıkla orada bir yayla evi olduğunu fark ediyoruz. O yorgunluk üzerine teklif öyle cazip geliyorki hiç birimiz çadırımızı kurmadan doğrudan sese kulak verip yayla evine gidiyoruz.

Katırlarla çıkışımız:

ann_0275

Biblo’ya yaptığımız şapka.Sıcaktan korunması amacıyla beyaz bir şapka ile yol aldı. Biblo ne kadar alışıkda olsa tırmanışın ilk kısmının tırmanışı dik ve yorucuydu. Bu yüzden büyük bir çoğunlukla kucağımda taşıdım. Buna rağmen Biblo’da oldukça yoruldu.

ann_0287

Yorgunluktan, açlıktan perişan olduğumuz o anda, gecenin karanlığında aldığımız davetle yayla evindeyiz. Hepimiz evin duvarları kenarına dizilmiş minderler üzerine kendimizi atıyoruz. Altı saat süren yolculuk ve sıcak yüzünden ayaklarımızdan ve bizden çıkan kokuyu duymuyor ama tahmin ediyoruz. Nasıl yapıldı bilmiyorum ama önümüze hemen bir sofra kuruldu. Yolda zaman kaybetmemek amacıyla yiyecekleri katırlardan indirmedik. Bu yüzden de oldukça acıkdık. O bulgur pilavı, domates ve cacık öyle iyi geldiki kendimize ancak gelebildik. Arkasından ikram edilen sıcak çay ise enerjimizi kısmende olsa yerine getirdi.

ann_0311

ann_0326

Dinlekten sonra herkes çadırlarını kuruyor ve hemen uyumaya geçiyoruz. Neredeyiz karanlıktan bilmiyoruz. Sadece GPS’den 1870 metrede olduğumuzu biliyoruz. Yorgunluktan hemen uyuyoruz.

Dağın tepesinden serbest kalan güneş çadırlarımıza vurduğunda hepimiz kalkıyoruz. Lakin sıcaktan çadır içinde durmak zor. Dışarının sıcaklığı son derece iyi. Çadırdan çıktığımızda iki yamacın ortasında, yaylanın ortasında bulunduğumuzu anlıyorum. Etraf çorak. Bize yakın diyebileceğim tek bir ağaç görebiliyorum. Dün akşam bir yerde topladığımız eşyalar öylece yığılmış duruyorlar. Eşyalarımızı zaten tek gölge olan ağacın yanına taşıyor ve oraya yerleşiyoruz.

ann_0644

ann_0634

Yayladan diğer kareler:

Eskiden ailelerin bir arada peynir yaptıkları Keş Kayası:

Kahvemizi hazırlamaya çalışırken Eyüp Karataş bizleri evlerinde kahvaltıya davet ediyor. Ayşe ve Cennet, kahvaltıyı hazırlamışlar bizi bekliyorlar. Keçi peyniri, bembeyaz keçi tereyağı, ekmek yerine gömbe,  salatalık ve yayla suyundan yapılmış çayla tam bir ziyafet yapıyoruz.

ann_0342

Başka bir sabah kahvaltısından kare:

Yukarı çıkarken kimseyle karşılaşmayacağımızı umut etmiyorduk. Aslında ağaç gölgesi bile bulabileceğimizden şüpheliydik. Bu yüzden Karataş ailesinin bizleri misafir etmeleri bizim için oldukça büyük lüks oldu. 1870 metrede Kahramanmaraş’ta kamp diğer türlü oldukça zorlu geçecekti. Karataş ailesi her yıl ailece Keş Dağı yaylasına çıkıp, keçilerini burada besliyorlar. Keçi sütünden elde ettikleri peynir’i satarak da geçimlerini sağlıyorlar. Daha önceleri 14 aile gelinir, hep beraber Keş kayası denilen yerde peynir yapılırmış. Yaylaya çıkanların yaşlanması, gençlerin kentlerde çalışmaya başlaması ile her geçen gün yaylaya çıkan sayısı azalmış. Artık Karataş ailesi tek başına buraya çıkıyor. Hayvanların burada beslenmesi, suyu ve havası daha lezziz ve farklı bir süt vermelerini sağlıyor. Bu yüzden burada yediğimiz peynir ve yağın tadı şimdiye kadar yediğimiz pek çoğundan çok daha lezziz.

Karataş ailesinin çoçukları Ahmet, Enes ve Büşra keçilerin gezdirilmesinden günlük işlerin yapılmasına kadar pek çok işde anne ve babalarına yardımcı oluyorlar. Akşam olduğunda ise keçiler evin hanımları Cennet ve Ayşe tarafından sağılıyorlar. Günlük yaklaşık 55 Kg süt alınıp, peynir ve yağ haline getiriliyor. Karataş ailesinin yaylada günleri yoğun geçiyor. Sabah erkenden kalkılıyor, keçiler çıkartılıyor. Oğlaklarla ayrıca ilgileniliyor. Çoçuklardan Ahmet keçilere çobanlık yaparken, erkekler 2 günde bir aşağı inip, katırlarla yapılan peynir ve yağları teslim ediyorlar. Gün içinde peynir ve yağ yapımı ile ilgilenen hanımların temizlik, yemek gibi işleri de yapıyorlar. Bir diğer işte kış için hayvanlara yem yapılması. Bunun için dikenlerin toplanıp, kurutulduktan sonra  sıkıştırılıp çuvallanıyor. Üç ay boyunca bu yoğunlukta yapılan çalışma elbette karşılığını alıyor.

Ayşe ve Cennet keçileri sağarken:

İlk gün sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra söylentisini duyduğumuz düdeni hepimiz merak ediyoruz. Eyüp Karataş’ın rehberliğinde düden’i buluyoruz. Düden ağzı geçen iki sene önceye kadar daha genişmiş. Kaya’nın düşmesi ve kayaların tıkamasıyla düden girişinin ağzı küçülmüş.

Düden Girişi:

ann_0482

ann_0483

Murat ve Barbaros ip bağlantılarını ve ilk döşemeyi yapıyorlar. İpler döşeniyor ve ilk inişi Barbaros gerçekleştiriyor. Buraya ilk bizler ayak basacağız. Barbaros inişi tamamladıktan sonra ilk inişin 40 metre olduğunu bizlere bildiriyor.

Ben, Nuray, Murat Eğrikavuk ve Emine Sazak kamp alanına dönerek Barbaro ve Engin’nin dönüşünü bekliyoruz. 3-4 saat sonra iyi haberlerle dönüyorlar. Düden oldukça geniş galerilerle devam ettiği haberi daha çok iş olacağı yönünde. Bundan sonra keşif çalışmasını üçer kişilik gruplar halinde yürüteceğiz. Bir grup mağara içinde ilerlerken, diğer grup hem dinleniyor hem de kurtarma olarak dışarıda bekliyor.

Bu saatten sonra bir daha girilmeyeceği için çevreyi gezmeyi tercih ediyoruz. Yakında bulunan çok büyük bir ardıç ağacından söz ediyorlar. Ardıç ağacının 1500 yaşında olduğu söyleniyor. Çevresi 12 metre civarındaymış. Ardıç ağacı zor yetişir ve az bulunur bir tür. Üstelik Ardıç kuşu olmaksızında çimlenmezmiş. Normalde tohumu toprak üstünde kendiliğinden açıllmadığından çimlenme ancak Ardıç kuşu yardımıyla olabiliyor. Ardıç kuşu, ardıç tohumunu yediği zaman  sindirim sırasında kabuğu açılıyor ve dışkısıyla toprakda çimlenebiliyor. Bu sayede de Ardıç ağacı doğal ortamda çoğalabiliyor.

Kamp alanında yaklaşık 15 dakikalık yürüyüşle Ardıç ağacının yanına ulaşıyoruz. İşte bu ünlü Ardıç ağacı :

ann_0399

ann_0395

Pazar günü keşifle başlayan çalışmalarımız Cuma günü toplanma ile son bulacak. İşte mağara girişinde görüntüler.

ann_0485

Nuray, mağaraya girmeye hazılanıyor.

ann_0488

ann_0499

Pazartesi’den Perşembe gününe kadar gruplar sırayla mağara girişi yaparak mağara içinde ilerledik. Her bir girişte yaklaşık 4-7 saat mağara içinde kaldık. Perşembe günü Ali Ethem Keskin’de aramıza katıldı. Planımız Cuma günü Murat, Emine, Nuray’dan oluşan grubun girmesi ve son bir ilerleme yapması. Grup indikten 2-3 saat sonra Ali Ethem Keskin’le beraber ineceğiz. Ali Ethem Keskin dergi için mağara içinde fotoğraf çekimi yapacak.

Ali ile mağaraya saat 13:00 civarında girdik. Düden ağzından inişte Ali fotoğraf çalışmasını tamamlayarak ana galeriye doğru yol almaya başladık. Ana galeri yaklaşık -80-90 metre civarında. Buraya gelmemiz yaklaşık 1 saatimizi aldı. Ana galeri çekimlerini de yaptıktan sonra bir alt galeriye inmek için ipe girdiğimde yukarıdan Barbaros’un “Heyo” diye seslendiğini duyduk. Bu çok iyi bir şey değil. Çünkü ciddi bir şey olduğunda ancak Barbaros arkamızdan gelerek bize seslenmesi gerekir. Mağara içinde sesle haberleşme çok kolay değil. Yankıdan dolayı tane tane ara vere vere uzaktan konuşmak gerekiyor. Barbaros “Yağmur tehlikesi var, diğer ekibe de haber verin ve çıkın” mesajını iletti. Bu durum yeterince ciddi bir durum. Çünkü şiddetli bir yağmur durumunda düden içinde akan su hayati tehlike oluşturabilecek. Kaldıki Keş dağının bu mevsimde yağan yağmurlarının çok sert olduğu söylenmişti. Ali ekipmanı güvenli bir yere aldıktan sonra hızla diğer ekibe haber vermek için aşağı inmeye devam ettik. Onlarla -140 metrede karşılaştık. O anda derin bir nefes aldım. Çünkü habersiz gelecek bir su kütlesi onların hayatlarını daha büyük riske girmesi anlamına gelmekteydi. Emine ile Nuray hızla çıkışa geçtiler. Ali ve Murat’la ipleri toplayarak yukarı çıktık. Maceralı bu iniş ve çıkış sonunda oldukça yorulduk. Ancak -175 metre haberi ile oldukça sevindik. Murat’ın indiği son noktanın derinliği -175 metreydi.  Altı kişilik ekiple, kısa zamanda oldukça iyi bir iş çıkardık. Gerisi ise önümüzdeki sene yapacağımız çalışmaya kaldı. Ve düden’in -800 kadar gitmesini umut ediyoruz.

Eğer umduğumuz gibi olursa düden ile yeşilgöz’ün bağlantısını bulacağız.

duden_yesilgoz_baglantisi

Temmuz sıcağından özellikle akşamları serin olan yaylada zaman zaman kuvvetli rüzgarlardan uyuyamadığımız zamanlar oldu. Rüzgarın sanki şelaledeki su sesini andırıyordu. Kuvvetli rüzgarların yamaçlara çarparak yaptığı bu ses oldukça ilginçti. Gündüzleri ise yükseklikten dolayı hiç bir zaman çok sıcaklamadık.

Cumartesi günü son malzemeleri de topladıktan sonra çok da gecikmeden yola çıkıyoruz. Çıkmadan önce bir Karataş ailesi ile Keş Dağı hatıra fotoğrafı çekmeyi unutmuyoruz:

Dönüş yolculuğunda Biblo kucağımda:

Yaklaşık 2.5 saat sonra Yeşilgöz’e vardık. İniş, çıkışa göre son derece kolaydı.

Kamp, Karataş ailesi sayesinde rahat geçti. Bir akşam bizim için kestikleri keçinin tadını halen unutamıyoruz. İşte bu yüzden de isimsiz Düden’e Keş Dağı Yaylası Karataş Düdeni adını vermeye karar verdik. Bu keşifte onlarında oldukça büyük katkıları bulunuyor.

Bu arada ASPEG ve MADAG’la ortaklaşa yapılan bu keşfimiz bol bol haber oldu.

Atlas Dergisi : http://www.kesfetmekicinbak.com/macera/ozel/08922/

Milliyet Gazetesi: http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1120298

Samanyolu : http://samanyolu.com/haber/31636/yesilg%C3%B6zun-gizemi-c%C3%B6zuluyor/

Haber7: http://www.haber7.com/etiket.php?t=tekir

Zaman Gazetesi: http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=872917

Bu maceramızdaki diğer kareler:

,

Bizim için kestikleri keçi et kavurması bir harikaydı:

Bir gecede kendi ateşimizin başında kahvemizi yudumladık.

Büşra, Enes ve Biblo:

Ahmet ve Biblo:

Temmuz sıcağında üşümek

1

Saat 16:00..Havalara uçuyorum. İstanbul’a telefon açıp, “Hazır mısınız?”,”Nerede”, “Saat Kaçta” gibi bilgi sorularımı Nuray’a heyecan içinde soruyorum. Bursa’dan hızla Sakarya’ya doğru yol alıyorum. Haftanın iş temposunu güzel tamamladıktan sonra yayla kampına yolculuğum bu şekilde başladı. Nuray ve beraberinde yedi kişi bu akşam Soğucak Yaylasında buluşacağız. Bu hafta hem eğlenecek hem de çalışıp iyi sonuçlar elde etmek istiyoruz.

Kamp yerimiz Soğucak Yaylası. Rakım 1200 metre. Hava serin ve temiz. Soğucak Yaylası bilgileri Soğucak’da Yeni Keşif daha önceki yazılarımızda var. 30.Mayıs’da geldiğimiz Soğucak Yaylasında yarım kalan iki işi birden bitirmeye çalışacağız. İlki Soğucak Mağarasının ölçümlerini devam ettirmek ve mümkünse tamamlamak. İkincisi ise söz edilen ikinci mağarayı bulmak için Yüzey Araştırmasını yapmak. Soğucak neredeyse ikinci adresimiz olacak.

Kamp alanımızı bulup yerleştikten sonra yemek faslı başlıyor. Biblo da bu arada hava karardığı için dibimizden ayrılmıyor. Ya Nuray’ın yanında ya da benim. Kamp alanında kim kalıyorsa onun yanında kalmayı tercih ediyor. Akıllı kız güvende olmayı seviyor.

Kamp’tan bir kare:

Soğucak Kamp

Geceleyin yattıktan hemen sonra yoğun bir silah atışı duyduk. Soğucak Yaylası’nda yay sakinleri bunu hep yapıyorlar. Geçen senede aynı şeyle karşılaşınca yaylada koyunlarını otladan çoban Koray’a bunun sebebini sormuştum. İlk olarak Kurt ve yabani hayvanları uzaklaştırma olduğunu söylesede, birazda Karadeniz kültüründen geldiğini de saklamadı. Silahların ne kadar devam ettiğini bilmiyorum ama ben uyuya kalmışım.

Sabah her zaman olduğu gibi Ali Yamaç’ın sesiyle uyanıyoruz.  Kahvaltı ertesi, malzemeleri hazırlayıp yola koyuluyoruz. Grubumuz ikiye ayrılıyor. Nuray bir grupla birlikte mağara ölçümüne giderken, bende yüzey araştırma ekibiyle diğer mağarayı araştıracağız. Nuray mağarayı biliyor, ben ise daha önceden yapmış olduğumuz yüzey araştırma yerini.

Biblo ise mağarayı sevmediği için bize katılmayı tercih edeceği için ona sormadan ekibimizin bir parçası yapıyoruz.

dsc_1417

Temmuz sıcağından yürümek zor oluyor. Eğimli bir noktada araştırma başlayınca Biblo için tehlike artıyor. Bu durumda ben Biblo ile kalıp Murat ve Barbaros’tan haber bekliyorum. Biblo ile dinlenirken:

dsc_1443

Sonrasında mağara ağzındaki çaşrak’ın olduğu tahmin edilen yere doğru iniyoruz. Ancak indiğimiz yamaç’ın son derece dik. Yaprak ve bitki örtüsü de işimizi bazen güçleştiriyor. Biblo bazı yerlerde korktuğu için kucağıma almak zorunda kalıyorum. Bu durumda da tek elim boşta kalabiliyor.

dsc_1448

Neyseki inişten sonra Murat, Barbaros’la ikimize mağarayı bulduğuna dair haber veriyor. 3 saat gibi kısa bir sürede mağaranın girişini bulabiliyoruz. Mağara’ya Biblo dahil hepimizi giriyoruz. Mağara’da su olduğu görünce Biblo’yu sırt çantamıza alıyoruz. Mağara içinde bir saati aşkın bir süre keşif yapıyoruz. Aslında bu mağara daha önceden MTA tarafından bulunmuş ve çizilmiş. Ancak oldukça zaman geçmiş durumda. Biz bu keşifte ise yeni bir yan buluyoruz ve bir sonraki sefere ölçüm için gelmek gerekliliği ortaya çıkıyor.  Mağara’nın adı Üfleyen mağarası. Adı gibi yoğun bir hava akımı bulunuyor.

Mağara çıkışında Murat, Barbaros ve Biblo:

dsc_1471

Dik yamaç’ın çıkışı da kolay olmadı. Ağaçlık alanın daha zorlu olduğunu düşündüğümüzden büyük taşlardan oluşan çaşrak üzerinde çıkmaya karar verdik.

dsc_1484

Geri döndüğümüzde diğer grup kamp alanına ulaşmış, dinlenir vaziyette bulduk. Mağara’nın devam ettiği ve daha çok iş olduğu haberini alınca sevindik. Hal böyle olunca iki ekip halinde mağaraya girme kararı alarak mağaraya ölçüm setleriyle birlikte girdik. Bu sefer Biblo kamp alanında kalan iki kişi ile birlikte kalıyor.

Mağara ölç ölç bitecek gibi görünmüyor. İkinci girişimizde 5.5 saat’i aşkın bir süre sonunda üşüyerek mağaradaki çalışmamıza son verdik. Mağara da halen ölçülecek kollar bulunuyor bu yüzden de henüz işimiz bitmedi.

Nuray’la ölçüm sırasında çalışırken:

ss854572

Süslü galeri diye adlandırdığımız bölüm:

 

ss854562

Yüzey araştırması üzerine mağara ölçümü de girince dokuz saati aşan bir çalışma hepimizi yordu. Kamp alanına döndüğümüzde Lumi ve Sebahat’in hazırladıkları yemekleri yiyerek kendimize geldik. Biblo her zamanki gibi önce ağladı sonra da yemeğin arkasından Nuray’ı kucağından uyudu.

Pazar günü sabah kahvaltısı ardından toplanarak öğlene doğru tekrar İstanbul’a döndük. 2 geceyi kapsayan kamp, dokuz saatlik mağara çalışmamız oldukça keyifli ve verimli geçti. Stresten uzakta pazartesi büyük bir keyifle işe başlayabileceğimiz için çok şanşlıyız.

Cinli Kuyu

3

Bu hafta da İzmit’in dağlarındayız. Biblo, Serhat ve ben, bir gece önceden kamp atan Ali Aytan ve Barbaros’a katılıyoruz. Sabah’ın erken vakti diye planladığımız katılımı saat 10:00 gibi ancak gerçekleştirdik. Yanımızda getirdiğimiz kahvaltılıklarımızı yapıyor ve hazırlıklarımızı tamamlayarak Cinli Kuyu mağarasının yolunu tutuyoruz.

Ali Aytan ve Barbaros ip konusunda deneyimli. Ancak öğrenecek şey bitmiyor. Bu seferde düğüm geçişi üzerinde çalışma yapılacak. Bende ip deneyimimi pekiştireceğim. Kıyafetlerimizi giyip, iniş hazırlığına başlıyoruz. Keyfim çok yerinde. Cinli Kuyu’nun ilk inişi 20 metre.

Önden Ali Aytan, sonra ben, sonra da Barbaros iniş yapacak. Serhat ve Biblo dışarıda bizi bekleyecekler.

ss854443

Ben indikten sonra bekleme moduna geçmiş Biblo. Gözünü girdiğimiz kuyudan ayırmıyor. Arkamdan gelme riskine karşın bağlı halde beni bekliyor.

ss854467

İndiğimiz noktadan mağaranın ağzının görünüşü.

ss854496

Cinli’deki anteramanımız bittikten sonra Aksığın’a doğru gittik. Aksığın Mağarası’nın çıkış ağzından içeri girdiğimizde serin ve sürekli esen bir hava akımı bizi karşıladı. Bu sıcakta bu serinlik oldukça iyi geldi. Ali Aytan’la birlikte mağaraya girme hazırlıklarımızı yaparken gelen telefon işimizi tamamen bozdu. İstanbul’a acilen dönüş için yola çıkarak geziyi tamamlamış olduk. Biblo içinde kısa bir gezi olunca Biblo hafiften somurtarak eve doğru yol aldık.

 

Bir Dünya Şampiyonu: Devrim Ulusoy

6

Bir Dünya Şampiyonu : Cenk Devrim Ulusoy. Serbest dalış’ta 8 dakikada 152 metre 96 cm tek nefesle yüzerek Dünya rekorunu elinde bulunduruyor. Milli Sporcumuz Devrim Ulusoy aynı zamanda Balık Adamlar Spor Klübü (BSK) sporcusu. Devrim Ulusoy hakkında bilgilere ve başarı hikayelerine http://www.devrimulusoy.com/ web sitesinden erişmek mümkün.

Dalış eğitimlerimizi tamamladıktan sonra deniz dalışları için Saroz yolunu tuttuk. Saroz’da İbrice Liman’ı bu işin eğitim yeri olarak biliniyor. Devrim Ulusoy’da bize katılıyor ve anteramanlarını bizimle birlikte yapacak. Bizler tüplü, o tüpsüz 18 metre yapıyor..Cumartesi başlayan dalış eğitimleriyle birlikte Devrim Ulusoy’da antreman hazırlıklarına başlıyor. Oldukça alçak gönüllü. Tek tek selamlaşıyor, herkese ilgi gösteriyor.

Dalış merakının yanısıra aynı zamanda motosiklet sever. Saroz’a BMW 1200 RT motosikletiyle katıldı. Biblo herkesin kucağında durmaz. Eğe hoşlanmadıysa kucağından atlar gider. Karşı taraftaki sevgi elektriğini ise oldukça iyi tartıyor. Karşısındaki kişi eğer sadece onu sevmek amacıyla yaklaşıyor ise çok yüz vermeyebiliyor, ama eğer ona sevgiyle onunla tanışmak amacıyla yaklaşıyor ise bu durumda Biblo’da onu tanımak için yaklaşıyor.

Biz sualtı dalışlarımızı yaparken Devrim’de antremanlarını gerçekleştirdi. Sanırım üçüncü dalışımızdı. 18 metredeyiz, Devrim kendi antreman şamandırasından aşağı doğru yavaş yavaş indi. Biz merakla izliyoruz bu arada, sonra el sallaştıktan sonra bizleri izledi ve yine yavaş yavaş yukarı çıktı. Sanki doğal ortamında hareket ediyordu.

Devrim Ulusoy ile Biblo’da tanıştılar. Devrim ve kız arkadaşı Funda, Biblo’yu çok sevdiler. İşte kareler:

ss854338

Bizler dalışlarımızı yaparken, Biblo’da şemsiyesinin altında bizleri bekledi.

ss854345

ss854348

Dalışlarımız son derece başarılı geçti. 18 metreye kadar yaptığımız dalışların bir tanesinde Devrim Ulusoy’un iniş ve çıkışını izledik. Sadece dalışlarımız değil, tüm zamanları hep beraber oldukça keyifle geçirdik.

İşte fotoğraf galerimiz:

Dalış Eğitimi

0

Su altına merakımız ilk 2000 yılında Kaş’ta başladı. Sonrasında 2001 yılında bir yıldız dalıcı brövemizi aldık. O sene 32 metreye varan dalışlar yaptık. Ancak bir kaç olay atlatınca dalışa ara verdik.

Bu sene tekrar dalışa başlamaya karar verdik. Bu kadar ara verince tekrar tüm eğitimleri alarak bu işe başlamanın en doğrusu olduğuna karar verdik. Dalış konuşmaları sırasında arkadaşımız İlker Gürbüz bizi kendisininde üye olduğu Balık Adamlar Spor Kulübüne davet etti. Ve o gün BSK ile tanıştık.

Türkiye’de dalış ve sualtı denildiğinde Balık Adamlar Spor Klübü ya da kısa adıyla BSK ilk akla gelen isimdir. 1954 yılında kurulan ve Türkiye’de sualtı konusunda pek çok ilki gerçekleştiren BSK 55 yıldır hizmet veriyor. Eğitmenleri, eğitimleri ve disiplini ve dalışa bakış açısı ile oldukça farklı olan BSK bu işi tek kelimeyle profesyonelce yapıyor.

Eğitim toplamda üç hafta sürüyor. Eğitimin son haftasında ise Saroz’da dalış eğitimi alacağız. 2 Haziran başında başlayan teorik eğitimve havuz eğitimleri oldukça keyifli geçiyor..Nuray’la ikimiz eş durumunda farklı gruplardayız. Bizim grubun eğitmeni Ertürk Mavuk, Nuray’ların grubunun eğitmeniyse Kazım Safaltın.

Dalış eğitimleri olmasından dolayı Haziran ayı boyunca gezi yapamayacağız. İşte bu eğitimden kareler:

Dalış Ekibimiz: Ben, Ömer, eğitmenimiz Ertürk Mavuk ve Berna. Benim Buddy’im Özgür ile fotoğraf çekiyor.

ss854203

Havuz eğitimindeyiz:

ss854216

Nuray :

Nuray Havuz Eğitiminde

Sıtkı, Nuray ve Cengiz :

ss854273

Rüzgara Direnen Ağaç

1

Bu hafta Sapanca gölünün çok yukarılarındayız. Bulunduğumuz yer Soğucak yaylası.  Burası Pamukova ile Sapanca arasında. Hava sıcak, etraf yanıyor. Muhtemelende herkes yanarken, bizler yavaş hareket ettiğimizden 2-3 saat sonra üşümeye bile başlayacağız.  Çünkü bu hafta sonu Soğucak yaylasındaki keşifleri tamamlamak istiyoruz. Soğucak Mağarasının ölçümlerini tamamlayıp, yaylanın güneyinde bulunan diğer mağarayı bulmaya çalışacağız.

Saat 11:55, Nuray’la beraber, mağaraya giriyoruz. İlk önce keşif yapıyoruz. Sonra ölçümler başlıyor. Metre 16.40, Klinooo 6, Pusula 285… Ben söyledim, Nuray yazdı. Tam 2.5 saat boyunca..Bir istasyondan diğer bir istasyona aldığımız bu ölçülerle mağara ölçümü yapıyoruz. Bu işin sonunda ise Nuray mağara haritasını çizip yayınlayacak.

10 Mayıs’da gezimizde Soğucak keşfimiz hakkında genel bilgi vermiştik. Malzemeyi yüklenip, sabah erkenden Nuray ve Biblo ile yola çıkıyoruz. Bizim Suzuki de donanımlı bu sefer. Ilk hedef yaylanın dört KM aşağısında yer alan aktif mağarada keşif ve ölçüm yapmak. Ölçümleri yaptıktan sonra iş bitmiyor, zaman ve dikkat gerektiren harita çizimi yapılıyor.

Mağarada yeni keşif yapacağımızdan Biblo’yu araç içinde ağaç gölgesinde bırakıyoruz. Mağara’ya ilk dalan Nuray oluyor. Hemen arkasında ben. Sürünerek girdiğimiz girişten hemen sonra geniş bir galeriye açılan mağara soldan doğru devam ediyor. Nuray’la öncelikle mağara içinde ilerleyip ne kadar gittiği konusunda fikir edinmeye çalışıyoruz. Mağara gittikçe gidiyor. Oldukça geniş ana koldan doğru devam ediyor. İlk ana kol sonlansada solda yukarıdaki bir koldan devam ediyor. Mağara içi oluşumlar gayet etkileyici. Mağara içinde aktif su yatağı bulunuyor.

Soğucak Mağarası Girişi

Soğucak Mağarasında Ölçüm

Soğucak Mağarası

Mağara ölçümleri oldukça zaman alıyor. Her bir istasyonda metre, pusula, klino değerleri alınıp kayıt ediliyor. Bu değerlere ayrıca sol, sağ ve yükselik metre bilgileri de ekleniyor. Bu ölçümler tamamlandıktan sonra zaman ve dikkat gerektiren harita çizimi yapılıyor. Tüm bunları niye yapıyoruz? Buna cevap çok.. İlk sebep doğayı ve doğa içinde yer alanları seviyoruz. İkincisi merak ediyoruz. Üçüncüsü yaptığımız bu keşifler faydalı ve bir sonuca ulaşabilmesi için işin teknik tarafıyla sonuçlanması gerekiyor. Bunları yaparkende ülkemize bu verileri kazandırıyoruz. Ancak çoğu zaman mağarada geçiyor diye bakmamak gerekiyor. Mağarayı buluncaya kadar dağlarda tepelerde gezmeler, araştırmalar ve pek çok şey yaşanıyor. Doğa ile iç içe yaşanıyor.

Mağara keşif ve ölçümlerimizi 2.5 saat kadar devam ettiyoruz. Ölçüm sırasında çok hareketli değiliz. Bu yüzden kolayca üşünebiliyor. Böyle olunca çıkmaya karar veriyoruz. Araca vardığımızda Biblo bizi yaşlı gözlerle bekliyor. Anlaşılan doğanın içinde olup dışarı çıkamamak onu çok üzmüş..Biraz onunla vakit geçirdikten sonra üzerimizi değiştirip, yaylaya doğru gidiyoruz. Bu sefer geçen sefer indiğimiz yola araç yolu bulabilmek. Yola yürümek son derece kolay. Ancak potansiyel mağarayı bulduktan sonra malzeme falan taşımak zor olacağından ilk çabamız yolu bulabilmek. Bunun için biraz offroad yapmamız gerekiyor.

Nuray co-pilotluk yaparak GPS ve topografya haritasını kullanarak beni yönlendirmeye çalışıyor. Aslında aradığımız yolu bulabilirsek buradan Sakarya-Pamukova’ya gidebilmekde mümkün olabilecek. Topografya haritasında aşağıdaki yola yaklaşık 1 KM yaklaştığımızı görüyoruz ancak sürekli pararlel gidiyoruz. En sonunda bir ara yoldan aşağı doğru inmeye başlıyoruz ancak traktör izi o kadar derinki bir ara araç oturma tehlikesi atlatınca bundan vazgeçiyoruz. Normalde bu tür offroad keşiflerinde iki araç olmasından fayda var. Gerçi aracımızda vinç tertibatımızda bulunuyor ama yine de tek araç riskli. Sonrasında diğer başka bir kola sapıp oradan ilerliyoruz. Bu yolda bizi tekrar Soğucak Yaylasına çıkartıyor.

dsc_1225

Yaylanın güneyinde bulunan ara patika yolu denemek üzere yaylanın diğer tarafında yöneliyoruz.  Ancak araç için uygun yol bulamıyoruz. Durum böyle olunca yaya olarak keşifin daha kolay olacağını düşünüp yaya yola devam ediyoruz. Bu arada Biblo’yu da kareleme fırsatı yakalıyorum.

Biblo Soğucak Yaylasında

Keşife ara verdiğimizde güneşde artık gölgeleri uzatıyor ve bana aşağıdaki kareyi ölümsüzleştirme fırsatı veriyordu.

dsc_1320

Soğucak yaylasında rüzgar sert eser. Rüzgarın etkisi ağaça kalıcı şekilde vermiş. Rüzgara direnen ağaç:

dsc_1328

 

Güneş batıyor, Biblo yavaş yavaş uyukluyor.. Her zaman olduğu gibi geriye dönüş zamanı.

 

Drahna’da Kamp

4

Berrak akan dere yeşile bürünmüş vadide bulunan altı köyün önünden akıp gidiyor. Burası Batı Karadeniz’de yolun bittiği yer : Drahna. Drahna bölgesi Alıçlı,Aşağıçamlı, Kozanlı, Köklü, Çubukbeli ve Yukarıdere köylerinden oluşuyor. Bu bölge ne kadar Bartın’a daha yakın gibi görünse de Kastamonu’ya bağlı. Bölgede bulunan köylerde yaşayan hane sayısı az ve yaşlı nüfus çoğunlukta. Gençler ise kente göçmüşler. Tarıma elverişli alanların çoğu atıl vaziyette. Yeterli iş gücü olmamasından, köy halkı sadece kendine yetecek kadar tarım yapabiliyor. Tarım arazilerinin çoğu boş vaziyette duruyor. Geçmişteki geçim kaynaklarınden olan hayvancılık ise yine kendine yettiğince yapılıyor. Köylerdeki ev sayısı ise yanıltmasın, çoğunu yazın gelen aileler dolduruyor. Kışın ise bazı mahallelerde 2-3 aile kaldığı söyleniyor. Köklü köyünde ilkokulda bulunuyor ancak okula gidecek yeterli sayıda genç olmayınca okul atıl vaziyette durmakta. Yaşamın iyice yavaşladığı bu bölgede doğa ise bir o kadar hareketli. Doğal yaşam, balta girmemiş ormanlar, yaylalar ve tertemiz akarsular ise görülmeye değer. Bölgede geyik, karaca, ayı, domuz görmek mümkün. Florası ve faunası da zengin olan bölge İlkbahar’ın çoşkusunu her şekliyle yansıtıyor.

Köklü Köyü

19 Mayıs tatilini fırsat bilip bu sefer de soluğu Batı Karadeniz’in başka bir güzel köşesi, Drahma’nın en yukarıdaki köyü olan Yukarıdere Köyü mevkiinde doğayla buluşacağız. İstanbul’a 6 saat uzaklıkta olan bu güzel yöre pek çok yönü ile bakir durumda. Öyleki henüz o bölgede veya yakınlarında konaklayabilecek herhangibir yer bulunmuyor. Bizi gören köylüler önce “Kimlerdensin” diye soruyor. Bizim bu bölgenin yabancısı olduğumuzu öğrenen köylüler şaşırıyorlar.

Üç gün sürecek gezimizin amacı Küre Dağları Milli Parkı sınırlarında mağara araştırmasına devam etmek. Ankara ve İstanbul gruplarının birleşmesiyle yirmi kişi olacağız ve aynı anda daha çok araştırma yapabileceğiz.

Gezi Künyemiz:

Yukarıdere Harita

Tarih: 16-19.Mayıs.2009
Mevki : Yukarıdere, Ulus / Bartın
İstanbul’a Uzaklık : 492 KM
Rakım : 620 metre
Konaklama : Çadır
Gezi Kural Koyucu: Biblo

Nuray’la gezi için hazırlıklara bir önceki hafta sonundan itibaren başladık. Artık her şey hazır ama eksik/fazla kontrollerini yapıp aracımıza yüklüyoruz. Bu toparlanma da, piller şarj ediliyor, ilkyardım malzemeleri kontrol ediliyor, Biblo’nun kene ilacı yenileniyor, hava durumu izlenip giyeceklere karar veriliyor… Cuma gününe kadar bu sürüyor. Yağmur, çadırlı kamplarda işi zorlaştıracak büyük zorluklardan. Biblo dahil hepimiz bu konuda önlemimizi alıyoruz. Planladığımız gibi Cuma günü öğlene doğru yola çıkıyoruz. Artık iyice aşinası olduğumuz bölgede ilk durağımız yine Safranbolu. Her seferinde tarihi Safranbolu’da yemeğimizi yerdik. Bu sefer Safranbolu merkeze iniyoruz. 1971 yılından bun yana hizmet veren Kilcioğlu’nda Pidemizi yiyoruz. Şu ana kadar yediğim en iyi pidelerden..Neredeyse bir tane daha söylecekken diyette olduğum fikri bunu engelleniyor. 38 senedir hizmet veren fiyatları halk fiyatı olan Kilcioglu Pide ve Kebap’ın tadına doyamadan yola devam ediyoruz.

Karadeniz’in yeşili altında yolculuk yapıyoruz:

Bartın-Ulus Yolu

Kamp alanına vardığımızda Ali Yamaç önce Biblo’yu karşılıyor. Aaa Biblo bunları da getirmiş dercesine bizi de karşılıyor. Neyse ki Biblo yanımızda..Biblo öncelikle kampa alanını teftiş ediyor. Kamptakileri tek tek tanıyor: Ali Yamaç, Sami, Arda, Gülay, Nil, İlker ve Sebahat var diyor. Sonasında su testi için derenin suyunu içiyor ve onaylıyor.Konfor iyi. Dereden suyumuz var, ağaçlar çadırımıza gölge yapacak, araçlarımız ise hemen yanı başımızda. Eeee Ali Yamaç ile Nil bebek de burada Biblo başka ne ister.

dsc_0551

Ankara grubu ve Kokurdan mağara ekibi akşam üstü kampa varıyorlar. Bu gezimiz de Atlas Dergisi yazar ve fotoğrafçılarından Ali Ethem Keskin, eski mağaracılardan Bülent Erdem de gruba katıldılar.

Kamp yemeği keyifle yenirken, çalışma planı yapılıyor. Her ekibe düşen görev son derece önemli. Çünkü az zamanda çok iş yapılması gerekiyor. Toplamda 3 günde 3 mağara bitirilecek ve ölçümleri alınacak. Aynı zamanda potansiyel mağaralar için yüzey araştırması yapılacak. Bunun için Cumartesi günü için üç ayrı ekip oluşturuluyor. İlk ekip Kadı Harmanı’ndan 60 metre aşağı inecek ve mağaraya devam edecek. Bu mağaranın tahmini olarak 100-150 metre derinliğe gidip vadide sonlandığı düşünülmekte. Diğer iki ekip ise birbirlerine yakın mevkide olan Kuşkaya-1 ve Kuşkayası-2’sı yerini bulup ölçümlerini yapacak.

Nuray Cumartesi günü Kuşkayası ekibine katılıyor. Bugün Biblo yalnız kalmaması için ben mağaraya girişi yapmayacağım. Eğer ilk gün Biblo’yu yalnız bırakırsak bizi öldürmekten beter yapar. İlki kamp alanıdakilere vicdan azabı çektirir. Ne su ne bir şey yer ne de yerinden kalkar. İkincisi biz geldiğimizde 10-15 dakika ağlar. Sonra da küser. Bu yüzden ilk gün onunla çevreyi gezeceğim.

Ekipe malzeme taşımada yardımcı olmak, GPS iz kaydı yapmak ve işaretlemek amacıyla ekibe katılıyoruz. Kamp alanından tırmanış başlıyor. İlkbahar’ın etkisi her yerde. Gür çayırlıklar çiçeklerle süslenmiş. Yükseldikçe çevreye olan görüş hakimiyetimiz artıyor. Vadiyi ve karşı yamaçları daha iyi görebiliyoruz. Hatta karşı yamaçlarda potansiyel mağaraların yerlerini işaretlemek amacıyla fotoğraflıyorum. Biblo da bir yandan çevreye bakınıyor bir yanda da yavaş yavaş yürüyor. Bel ağrıları oldukça azaldı ancak yorulduğu anda “Oturup hadi beni kucağa al” komutuyla kucağa aldığım zamanlar da var. Ama bu sefer bebekleri taşımak için kullanılan Baby Sling ya da Ana Kucağı da diye adlandırılan yardımcım var. Bununla ellerim serbest oluyor ve Biblo’yu taşımak çok daha kolaylaşıyor.

dsc_0600

Mağara’ların bulunduğu yamaça geldiğimizde ormanlık bir alanı aşıp mağaraların bulunduğu dik yamacın önüne geliyoruz. Burayı Biblo ile birlikte tırmanmak zor ve tehlikeli olacağı için Bülent Erdem’le birlikte aşağıda kalıyoruz. İlk ekibin gideceği mağaranın yeri bir önceki gün tespit edilmiş durumda ve onların nereye gidecekleri belli. İkinci ekip henüz diğer mağarayı bulmuş durumda değil. Onları öncelikle sık ve geçit vermeyen orman için de mağara arayışı bekliyor. Ancak bir şanşları var ki o da mağaranın yamaçta bir yerde olduğu. Bu da yüzey araştırma süresini kısaltıyor. Orman sık ve zemin kayalık olunca işler zorlaşıyor.

Kuşkayası-2 mağara girişi:

Kuşkayası2 Mağarası

Ben, Bülent Erdem ve Biblo kampa geri dönüşe geçiyoruz. Kampa geldiğimiz yönden değil biraz daha dolaşarak gitmeyi tercih ediyoruz. Çevrede çiçek ve bitki çeşitliliği fazla olunca flora’yı da fotoğraflamaya başlıyoruz. Bu fotoğrafları Bülent Erdem döndüğünde Latince isimlerini bulup gruba yayınlayacak. Yamaçtan aşağıda inerken bir inek sürüsü ve yanında iki delikanlıyla karşılaşıyoruz. Sırtında annesinin yaptığı yeşil sırt çantasıyla okul dışında hayvanlara göz kulak olduğundan söz ediyor.

dsc_0647

Bir yandan flora’yı fotoğraflıyor, diğer bir yandan Batı Karadeniz’in görsel şöleninin tadını çıkarıyoruz. Biblo her zamanki gibi oldukça keyifli. Her keyiflendiği zaman gibi sol arka ayağını seke seke yürüyor. İşte flora’dan bazı kareler:

dsc_0794

dsc_0801

dsc_0686

dsc_0693

dsc_0727

dsc_0673

Biblo’nun tüyleri kesilince pek bir çıplak kaldı ama çok da rahatladı. Bundan sonra neredeyse bel ağrısı iyice azaldı.  dsc_0681

Kamp’ın tek küçüğü Biblo değil. Aynı zamanda Arda ile Gülay’ın kızları Nil’de bizlere eşlik ediyor. Nil ile Biblo oldukça iyi geçiniyorlar. Nil henüz 2 yaşında. Çok güleç yüzlü. Doğa’yı seviyor, çadırda kalıyor, kampta dolaşıyor. Elbette başta anne ve babasının sonra da hepimizin gözetimi altında. Şimdiden doğa sever Nil bebek, Biblo’yu da çok seviyor, Biblo’da onu çok seviyor.

dsc_0569

Kuşkayası ekiplerinden ikinci ekip erken dönüyorlar. İkinci mağara bitmiş durumda. İlk mağara ekibi ise mağaranın devam ettiği haberiyle geliyorlar. Bu iyi haber daha yapacak iş var ve mağara umulduğundan daha büyük çıktı demektir. Üstelik 14 metrelik bir adımı iple inmişler. Önce mağaranın bittiğini sanan ekip, başka bir kolun devam ettiğini fark etmişler.

Zamanın burada nasıl geçtiğini anlamak ise mümkün değil. Neredeyse akşam üstü oldu. Daha yüzey araştırması ile olası mağaraları köylülerden öğrenmemiz gerekiyor. Herkesin işi olunca Köklü köyü’nden bilgi almak için yalnız gidiyorum. Hem bölge hakkında bilgi alıyorum hem de olası olabilecek mağaraları konuşuyoruz. Bu bilgiyi almak yüzey araştırması için tek başına yeterli değil. Çünkü sözle ve görsel tarif edilen yeri sık ormanlık içinde bulabilmek oldukça zorlu. Bu yüzden köylüden bize rehber olmalarını istiyoruz. Yarın sabah sıcak bastırmadan yola çıkmak için sözleşip kampa geri dönüyorum. Beş kişiden oluşan ekibimiz rehber eşliğinde Küre Dağları ormanlarına dalıp söz edilen mağaraları bulmaya çalışacak. Eğer bulabilirsek GPS iz kaydı ve lokasyonu belirlenecek bir bir sonraki gezi de ekipmanlarla mağaraya giriş sağlanabilecek.

Üçüncü ekip gecenin karanlığından daha geç saatlerde kampa varıyor. Onlarda mağaranın devam ettiği iyi haberini duyuruyorlar. Yorgun ekip hemen üstünü değiştirip, karnını doyurduktan sonra yarına hazırlanmak zorunda. Bu çok da kolay bir iş değil. Yaklaşık 10-12 saat mağara içinde çalışma yapılıyor. Kas gücüyle yapılan bu çalışma hem dikkat hemde enerji gerektiriyor. Özellikle mağara çıkış aşamasında 60 metre yukarı çıkan ekip, kalan son enerjilerini de burada harcıyorlar.

Kimimiz çayını kimimiz kahvesini yudumluyor kamp ateşi etrafında. Yüzümüzde dalgalanan kamp ateşinin eşliğinde sohbet ediyoruz. Saat ilerleyince Biblo da yanımızda uyuklamaya başladı bile. Uykusu gelen Biblo yatağına uzanıp yatıyor. Nasıl olsa vakti gelince Nuray ve Murat onu alıp çadırı götürecekler. Kamp ateşinden uzaklaşıp, gökyüzüne doğru baktığımda ayrı bir güzellikle karşılaşıyoruz. Arkadan gelen kamp ateşi ve sıcak sohbeti bir yandan da yıldız parıltıları içindeki sessiz gökyüzü. Gökyüzünün bu kadar net olmasına hava nemsiz ve göğü aydınlatabilecek yerleşim ışıklarından çok uzakta oluşumuza borçluyuz. Gökyüzüne bakıp bildiğimiz gökyüzü haritasındaki şekilleri sıralamaya çalışıyoruz.

Sabah olduğundan kahvaltı sonrasında her ekip kendi hazırlığını yapıyor. Biz de yüzey araştırması için hazırlanıyoruz. Küre Dağları ormanlarında yüzey araştırması çok da kolay yapılamıyor. Daha önceden bir grup Küre dağları ormanlarını dalmaya kalkıştığında, uzun uğraşlardan sonra geri dönmek zorunda kalmışlar. Çok sık olan ormanlık alanda bir ara ilerleyebilmek için yukarıdan dallarda ilerlemeyi denemişler ama başarılı olamayıp geri dönmüşler. Bizimde gideceğimiz bölgede belli bir yol veya patika bulunmuyor. Orman için de rehber’in bildiği kadarıyla gitmeye çalışacağız. Zorlu bir çalışma olacağından Biblo bu yürüyüşe katılmayıp kamp’ta diğerleri ile kalacak.

Kampta kalan ekip bizleri beklemekle yükümlü. Bu iş dönüşümlü olarak yapılıyor. Genelde bir önceki çalışmada yorgun düşenler kampta kalıp bu görevi üstleniyorlar. Her bir ekip kurtarma zamanı vererek yola çıkıyor. Eğer kurtarma zamanında dönülmezse “Kurtarma” başlatılıyor. Geri de kalan bu ekibe de bu yüzden “Kurtarma Ekibi” diyoruz.  Temel olarak kurtarmayı yapamasalar bile Kurtarma işini yapacak kişileri çağırmakla yükümlüler.

Yüzey araştırması için Köklü köyü’den rehberimiz İsmail’i alarak yola koyuluyoruz. Sürekli tırmanışlarla geçecek olan yürüyüşümüzde ilk zorluk yalancı maki örtüsü. Deniz etkisi yaşanan vadide maki bize zaman zaman geçit vermiyor. Normal ağaçlık alanın tersine sert ve sık olan bu bitki örtüsünde ilerlemek ancak makilerin aralarından olabiliyor. Ne altından ne de üstünden geçemiyoruz. Ormanlık alana ulaştığımızda biraz daha rahatlıyoruz. Ağırlıklı olarak köknar ve kayın ağaçlarından oluşuyor. Bol miktarda da şimşir ve gürgen ağacı da görülüyor. Zaman zaman kızılçam ağaçlarıyla karşılaşıyoruz. Rehber İsmail daha da bakir olan ormanın derinliklerinde 20 cm çapında şimşir ağaçlarından, dev büyüklükteki fındık ağaçlarından söz ediyor. Aslında sözleri abartı değil. Küre dağlarında diğer araştırmalardan öğrendiğimiz kadarıyla bu tür dev ağaç ve ağaççıklara rastlanmış.

İki saati aşın bir yürüyüşten sonra yöre halkı tarafından Çıngıraklıkuyu diye adlandırılan doğal mağaraya varıyoruz. Ancak burası doğrudan dikey inen bir doğal kuyu. Taş atıp kaç saniye sonra ses geldiğinine bakıyoruz. Taşı attıktan dört saniye sonra ses gelmesi hepimizi şaşırttıyor. Derinlik hiç de fena değil. GPS ‘de noktayı işaretleyip Manastır diye anılan bölgeyi araştırmaya gidiyoruz.

Çıngıraklı kuyu

Ancak manastır bölgesini rehberimiz bir türlü bulamıyor. Orman öyle sıklaşıyorki ilerlemenin mümkün olmadığı bazı yerlerde orman zemininde sürünerek ilerliyoruz. Saatlerin ilerlemesi, su ve yiyeceğimizin azalması sebebi ile araştırmayı bırakıp geri dönüyoruz. Su ve yiyeceksiz daha fazla ilerlemek mümkün değil. Yorulma belirtisi ise diğer bir tehlike. Yorulunca kazalarda artabiliyor. Burada sadece ayağımızın burkulması bile buradan 1-2 gün sürecek kurtarma çalışmasını gerektirebilir. Dönüş yolumuz bile 2-3 saatlik bir yürüyüşken, sedye veya benzeri şekilde birisinin taşınarak çıkarılması ise oldukça uzun ve zahmetli bir kurtarma çalışması..

Yüzey araştırma ekibimiz:

ss854124

Ormanlık alan makilik alana göre ne kadar kolay gibi görünse de kayalık zemin üstünde tırmanış ve inişli yerler olmakta.

ss854145

Dönüş yolunu GPS’den izleyerek buluyoruz. Aşağı inince ilk olarak diken uçlarını yiyerek susuzluğumuzu gideriyoruz. Dağdan indiğimizi gören köylünün bize ayan ikram ediyor. Sekiz saati aşkın zaman olan yüzey araştırması sonunda bu ayran oldukça güzel geliyor.

Kamp’ta geceden bir görüntü:

dsc_0825

Ertesi gün toparlanarak yola çıkacağız.  Kadı Harmanından çıkan son ekibin topladığı malzemeler 60 metre aşağıda bekliyor. Öncelikle bu malzemenin gidilip alınması gerekiyor. Bunun için aşağıda inecek ve ekibe yardım edecek kişiler belirleniyor. Sami ile ikimiz yardımcı ekip diğer ekibe katılıyoruz. Hedefimiz saat 13:00’de aşağıda olmak ve yola çıkmak. Ancak işler ters gidiyor ve yanlış yola sapılınca yamacın diğer bir tarafına çıkılıyor. Yaklaşık 1.5 saat gecikmeyle Kadı Harmanı Kokurdan girişine varıyoruz.  Dursun, Erkin ve diğerleri hemen inişe geçip, malzemeyi yukarı çekecekler.

dsc_0895

Bizde Sami ile gelen malzemeyi ipten alıp güvenli bölgeye götüreceğiz.

Kadıharmanı Kokurdan

Malzemenin toplanıp yukarı çıkması da vakit alıyor. Yarı yolda Arda ve İlker ile karşılaşıyoruz. Durum bilgisi verip beraber dönüyoruz. Bu kadar gecikme olunca herkes meraklanmış.

Geleneksel olarak Safranbolu’daki yemek molamızdan sonra İstanbul’a dönüş yolculuğumuz başladı… Ancak buraya son gelişimiz değil. Drahna’yı tekrar ziyaret edip, Kadıharmanı Kokurdan’ı ve Kuşkayası mağaralarını bitirip, bulamadığımız Manastır ve mağarasını bulacağız.

Soğucak Yaylasında Yeni Keşif

2

Hafta içi zaman zaman gece yarılarına kadar çalıştık. Yoğun geçen bu haftanın stresini Ayasofya gezisi de yetmedi. Bizde Soğucak Yaylasına gitmeye karar verdik. Aslında bu dönem Yayla dönemi. İlkbahar havasına yeni kavuşan yaylalarda otlar kurumadan her yanın yem yeşil olduğu, çiçeklerin bol bol açtığı dönemdeyiz. Haziran’da kuruma başlar. Mart-Nisan’da da henüz ağaçlar yeşillenmemiştir. Bu yüzden, Mayıs ayında gidilecek yer seçiminde yaylaları daha ön planda tutuyoruz.

Biblo bu hafta inanılmaz iyi.. İnanılmaz, çünkü bir anda iyileşti. Şu şekilde oldu. Tüylerinin kısaltılmasını bel ve sırt sorunlarından doğru öteliyorduk. İyiye gidince tüylerini kısaltalım istedik. Tüyler kısalınca bizim kızın üzerinden büyük bir yük kalkmış olacak ki, rahatsızlığının psikolojik etkisi üzerinden kalktı ve bir anda sanki eski haline dönüverdi. Gerçi önlem için kısıtlamalar devam ediyor. Halen merdiven çıkmak, inmek, koltuğa  atlamak gibi eylemler yasak.

Amacımız Google Earth’ten gördüğümüz ve Soğucak Yaylası’nın güneyinde bulunan iki yaylaya gitmekti. Biblo uzun yürüyüşler yapamadığı için en fazla 7-8 KM’lik parkurlar planlıyoruz. Cuma akşamı GPS Koordinatlarını bu ulaşımı belirlemek için Google Earth’e bakarken bazı fotoğraflar gördüm. Bu fotoğraf bir mağara’dan ediyordu. Hemen Nuray’a da haber verdim. Sonunda o bölgeyi Nuray’la araştırmaya karar verdik. Gece geç saat olduğu için ASPEG’e haber vermek ve malzeme almak mümkün olmadığından yüzey araştırması ile sınırlı kalacaktık.

Gezi Künyemiz:

Yer : Soğucak yaylası ve çevresi
İlçe-İl : Sapanca – İzmit
Tarih : 10.Mayıs.2009
Süre : 8 Saat
Alınan Mesafe : 182 KM
Katılımcılar : Biblo, Nuray, Murat , Serhat
Harita:
Soğucak Yaylası Haritası

Sabah heyecanla yola çıktık. Öyleki kahvaltımızı bile araçta yaptık. Ne olur olmaz kamp malzemesi de yanımızda götürdük. Biblo dereleri ve tatlı su kaynaklarını sevdiğinden ona bir süpriz yaptık. Yaylaya çıkarken bulunan Şelaleye gittik. Biblo patilerini sokarak ve suyun tadına bakarak suyun tadını çıkardı.

Soğucak yaylasına ilk vadığımızda dün akşamdan çıkarttığımız haritaya göre yönümüzü tayin ettik. Araçımızı park ettikten sonra yürüyüş için hazırlıklarımızı tamamlar tamamlamaz, yaylanın kuzeyine doğru harekete geçtik. Kısa sürede alt yola çıktık. Bu aşamadan sonra yüzey araştırması için büyük bir alan bizi bekliyordu. Tahmini olarak fotoğraflardan çıkarttığımız manzarayı elde etmeye çalışarak alanı daralttık. Fotoğraflarda dikkatimizi çeken diğer bir özellikte mağaranın içinde su kaynağının akıp gittiğiydi. Bu durumda mağara içindeki su kaynağı bir vadi içinden akıp gidebilirdi. Yamaçta olduğunu sandığımız mağarayı bu bulgularla bulmak için ilk bulduğumuz vadiye doğru inişe geçtik. Serhat ile Biblo yorulduklarından dere kenarına bırakıp, Nuray’la dereyi yukarı doğru izlemeye başladık. Eğer mağarayı bulursan telsizle Serhat ve Biblo’yu yukarı çağıracaktık. Kısa bir süre sonra suyun kaynağını bulduk. Ancak ortalıkta mağara yoktu. Belki yukarı bölgededir diye Nuray’la araştırmayı sürdürdük ancak araştırmamız sonuçsuz kaldı.

Telsizle haber vererek Serhat’la Biblo’yu da su kaynağının yanına çağırdık. Dağdan fışkıran dere ve sudan dolayı yosunlanan taşlar güzel manzaralar oluşturmuş durumda. Burada dinlenip biraz enerji topladıktan sonra At Kırcası yaylasına doğru yürümek. Ancak Serhat kendini çok yorgun hissedince bu plandan vazgeçip, Soğucak Yaylasına doğru geri dönüyoruz. Mağarayı bulamadık, Soğucak Yaylasının kuzeyinde kalan yaylalara gidemedik.. Hal böyle olunca araçla aşağı yola inmeyi deniyorum. GPS’den gördüğüm kadarıyla ara bir yol uzaktan dolanarak da olsa var. İlk yolu deniyoruz ancak bu başarısızlıkla sonuçlanıyor. Güney’deki yolu deniyoruz ancak onda da çok ilerleyemeden geri dönmek zorunda kalıyoruz. Bu yolda Sırma Su İstasyonlarını denetleyen ekiple karşılaşıyoruz. Ekibe kendimizi tanıttıktan sonra mağarayı soruyoruz. Dediğimiz mağarayı bilmiyorlar ancak farklı bir mağara olabileceğinden söz ediyor. Yine heyecanlanıyoruz.

Kısa bir aramadan sonra mağarayı buluyoruz. Saat geç, ekipman yok. Ancak yine de mağarayı bulmanın sevincini yaşıyoruz. Serhat ile Biblo bizi dışarıdan beklerken, Nuray’la, ben sürünerek içeri girdiğimiz mağaranın ilk giriş salonundan ileri gidemiyoruz. Ancak bir daha haftaya keşif için gelmek üzere GPS koordinatlarını not edip eve geri dönüyoruz.

Ali Yamaç’tan Ayasofya Tanıtımı

0

Ayasofya nereden çıktı? Kısaca anlatayım. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Dr.Çiğdem Aygün tarafından yürütülen Ayasofya Arkeoloji çalışmasına ASPEG olarak yer altı tünellerinin haritalanması ve çizimi konusunda destek veriyoruz. Ancak Ali Yamaç Ayasofya konusunda ardı adına sorulardan sonra ilk önce Ayasofya tanıtım gezisinin faydalı olacağını düşündü. Ali Yamaç’ın vermeyi amaçladığı bilgi klasik turisttik amaçlı bilgiden daha fazlasıydı.

Bu amaçla Cumartesi Ayasofya’da buluştuk. İlk önce Ali Yamaç ile Biblo’yu buluşturduk. Ne olur olmaz. Ali Yamaç’ın evine Biblo’suz gidemiyoruz. Yoksa eve almıyor.  Hal böyle olunca da Biblo’yu da bu geziye getirdik. Çay bahçesi sohbetimiz bittikten sonra Ayasofya gezimize ASPEG ekibi olarak başladık.

Ali Yamaç kendi tarzı ile Ayasofya ve ilişkili tarihi anlattı. Tam 3 saat boyunca hepimizin meraklı sorularını yanıtladı. Ayasofya ve ilgili tarih pek çok başka ilgi odakları çıkardı. Örneğin Kars’a  gidip, arkeolojik çalışmaları ve sonuçlarını izlemek gibi..

Ayasofya’ya giderken bilgili gidin. Neyin ne olduğunu öğrenin. Ayasofya ve ilgili tarih yaşadığımız bu topraklar hakkında diğer sahip olduğumuz eserler gibi çok fazla bilgi veriyor. Bu arada Ayasofya gibi pek çok yere Müze Kart’la ücretsiz gitmek mümkün.

İnönü Yaylasında Mağara Aktivitesi

0

Biblo’nun bel ve sırtı gün geçtikçe iyileşiyor. Akupuntur tedavisi son derece işe yarıyor. Veterinerimiz Feridun Kalyoncu bu konuda oldukça titiz. Her muayenesinde oldukça özen gösteriyor. Bizlere de pek çok öneri ve tavsiye de bulunuyor.

Biblo iyileştikçe hepimizin moralleri de yükseliyor. Hafta sonları moral bulan Biblo’yu rahatsızlığı nedeniyle uzak da tutmuyoruz. Çünkü gün içinde zaten kısıtlanan hareket kabiliyeti ile morali bozuluyor. Araçla seyahatimizde rahat etmesi için sepeti ile geziyoruz. Daha küçük ve sırtını rahat dayayabileceği şekilde olan sepeti ile araca bindiriyor ve indiriyoruz. Kucağa alıp, tekra kucaktan bırakırken ise sırtın destekleyerek bu işi yapıyoruz.

Bu hafta da Biblo’yu yormayacak ve hoşuna giden yerlere götürmeye çalışıyoruz. İnönü yaylası hem mevsim olarak uygun hemde yakınlığı ile ideal bir yer. Cumartesi saat 08:00 gibi kalktığımızda hava güneşli. Normalde her Cumartesi olduğu gibi Biblo yatağa gelir, beni kaldırırdı. Hatta kurulmuş saat gibi tam saat 07:00’de yanımda beni kaldırırdı. Kalkmazsam bin tür numara yapar. Bir keresinde kalkmamakta çok direnince kulağıma gelip havladığını hatırlıyorum. Başka bir seferde ise banyondan çoraplarımı bulup, yüzüme sürtmüştü… Ancak bu ara sepetinden kalkamadığı için ben gidip sepetinde ona bin tür numara yapıyorum.

ASPEG’den Ender Usuloğlu, Gülşen ve Engin’nin Aksığın mağarasına gireceklerini de biliyoruz. Yoldayken Nuray, Ender’i arayıp haberleri alıyor. Aksığın’ı bitirip İnönü Yaylasında iki mağaraya bakacaklarını öğreniyoruz. Bu tesadüfe çok seviyoruz ve sabah kahvaltısı için  takviye alıp yolumuza devam ediyoruz.

İnönü yaylasının buluştuğumuzda yine bir ASPEG  buluşması yaşıyoruz. Bir önceki günkü mağaracı maceraları anlatılıyor. Şelale akan suyunun altından mağaraya nasıl iniş yaptıklarını anlatıyorlar. Herkesin tulumu halen ıslak.. Bu sırada hemen durduğumuz yerin arkasında yayla evi sahipleri yanımıza geliyorlar. Yanımıza gelen Fahrettin Mutlu Biblo’yu internet’ten tanıdığını söylüyor. Kısa bir sohbetin ardından karnımızı doyurarak keşfedilecek mağaraların yolunu tutuyoruz.

İlk mağara Ercuva yaylası tarafından olan. Mağara’nın girişini kolayca buluyoruz. Biblo’da bizimle içeri giriyor. Mağara ortamını çok sevmiyor ancak bizden ayrılmamak için o da bize katılıyor. Hatta bazen arkada kalıp bana bakıyor. Hadi biz dönelim mesajını veriyor. Mağara içinde kısa bir süre sonra suyla karşılaşıyoruz. Durum böyle olunca ben Biblo ile mağara’nın ilk girişinde geniş salona dönüyoruz. Su geçit vermeyince diğerleri de geri dönüyor. Harita çizimi ölçüm değerleri alınıyor. Bunun için klino ve pusula kullanıyor. Not alınan değerler sonrasında milimetrik kağıda elle çiziliyor veya bilgisayara girilip çizim yapılıyor.  Bu işin sonunda da mağara’nın hem yatay hem de dikey haritası çıkartılabiliniyor.

Ölçüm sırasında Biblo’nun da çok üşümemesi için biz dışarı çıkıyoruz. Güneşe uzanıp, temiz havanın tadını çıkartıyoruz. Ölçüm bittikten sonra yaylanın hemen ortasında bulunan ikinci mağaraya doğu yol alıyoruz. Bu mağara oldukça dar. Sürünmeli olan mağaraya yanımızda ekipman olmadığı için Nuray ve ben giremiyoruz. Biz de bu sırada İnönü yaylasında yeni yeşermekte olan çiçekleri ve ortamı fotoğraflandırıyoruz.  Bu mağarada fazla ilerlemeyince kısa sürede herkes dışarı çıkıyor.

Araçların yanına döndüğümüzde Fahri Mutlu ve arkadaşlarının çay ikramı ile kalan yiyeceklerle açlığımızı bastırıyoruz. Bugünkü hareketlilik yetmeyince Gülşen’le yürüyüşe başlıyoruz. Gülşen’nin bitip tükenmeyen enerjisi olduğu için benimle yürüdüğü yetmiyor, Nuray’la da bir geziye çıkıyorlar. Bizde bu arada önce Ender’in aracını arazi testinden geçiyoruz, sonra benimkini..Araçlar da sınavı geçip, Nuray’la Gülşen dönünce Yuvacık barajına doğru iniyoruz. Mahir’in yerinde adam gibi karnımızı doyurup günü tamamlıyor ve İstanbul’a dönüyoruz.

Çanakkale Bayramiç-Gelibolu

0

Bu hafta sonu ünlü Ezine Peynir diyarının hemen yanında Bayramiç’teyiz. Geçen sene pek çok kez Assos, Küçükkuyu, Güre Kazdağlarının güneyine yolculuk etmiş, çevreyi tanıma fırsatı bulmuştuk. Şimdi ise Kazdağlarının kuzeyinde yer alan Bayramiç, Ezine ve civarını görelim, tanıyalım istedik.

Biblo bu hafta fena değil. Kendini daha iyi hissediyor ama davranış kurallarını halen uyguluyoruz. Merdiven tırmanmıyor, inmiyor, yüksek yerlere sıçramıyor ve atlamıyor. Ancak hızla gözle görülür bir iyileşme görüyoruz. Bizde gezilerimizi yürümek ağırlıklı değil, daha çok araçla gezmeye yönelik kurguluyoruz.

Manyas Kuş Cennet’inden ayrılıp Çanakkale’ye doğru ilerlerken kilometrelerce uzanan tarlalar yemyeşil. Sadece tarlaların yeşili ve gökyüzünün mavisi görünüyor. Ara sıra her yerde sarı sarı tarlalar yer alıyor. Bu tarlalarda yer alan bitki, Biyodizel için ekilen Kanola bitkisi. Çanakkale ve Trakya  bölgesininde pek çok tarlaya Kanola bitkisi ekilmiş durumda.

Kanola Bitkisi ekili tarla:

Kanola Tarlası

Biga’ya doğru yol alırken aslında nerede kalacağımıza henüz karar vermedik. Sadece Kazdağlarının güney bölgesinde, Yenice, Bayramiç ve Ezine civarı diye bölge belirledik. Hal böyle olunca karar verebilmek için internet bağlantısı olan bir yer buluyoruz. İçeceklerimizi yudumlarken en uygun otelin Dağbaşı olduğuna karar veriyoruz. Dağbaşı Otel‘i Bayramiç Yanıklar köyünde yer alıyor. Yörenin taş ev mimarisi etkileyici. Sahibi Mehmet Engindeniz tarafından uzun uğraşlar sonunda bu hale getirilmiş. Adı gibi de dağın başında.  Tam sessizlik ve temiz havanın yeri..Mehmet Bey’in tarifi ile oteli kolaylıkla buluyoruz.  Cuma ve Cumartesi akşamı kalmak üzere Dağbaşı oteline yerleşiyoruz.

Şömine başında akşam yemek keyfi:

 Dağbaşı Oteli

Dağbaşı Oteli 12 yatak kapasiteli küçük bir otel. Bu yüzden de otelde kalanlar kolayca tanışıp kaynaşabiliyorlar. İlk geldiğimiz diğer iki masayla da sohbete yatıncaya kadar devam ettik. Tabiki konu ağırlıklı Biblo…Dağ başı oteli aslında bu bölgedeki diğer otellere göre puanlamak gerekirse daha zayıf kalıyor. Kışın çıkışında ve henüz konaklama yeni başladığı için bu şekilde olabilir diye düşünüyoruz. Onun dışında ortam oldukça güzel. Fiyatları ise bölgedeki Butik Otelleri ile aynı. Detaylı bilgiye http://www.oteldagbasi.com/ adresinde erişmek mümkün.

Otel Dağbaşı’nın fotoğrafları:

Bayramiç Dağbaşı Oteli

Otelden gün batımı:

Dağbaşından Güneş Batışı

Ertesi gün güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra ilk aklımızda olan Yenice Göleti. Yenice ve çevresinin güzelliklerini tesadüfen başka bir gezimiz sırasında duymuştuk. 2007 yılında Doğu Karadeniz gezimizde tanıştığımız Yeniceli emekli öğretmen karı-koca buradan söz etmişti. Hatta o zaman uzun göl’ün başında sohbet ederken bizim göletimiz daha güzel demişlerdi. Görünce haklı olduklarını anladık. Uzun göl doğal haliyle bırakılsaydı elbette çok daha güzel olurdu ama göl çevresinde betonlaşma, kirlenme ve o güzelliğin çok uzun sürmeyeceğini gösteriyor. Uzungöl’ün o ünlü fotoğraflardaki görüntüsü artık yok. Yenice Göleti ve çevresi görülmeye değer.

Yenici Göleti:

 Yenice Göleti

Bu bölgede pek çok yapay gölet bulunuyor. Bununda etkisini tarımda görmek mümküm. Hayvancılık ve tarım gelişmiş durumda. Yöre halkının ekonomik durumu ise hiç de kötü görünmüyor. Yenice tarafından özellikle Oğlak çevirme yiyin tavsiyesi var. Biz denk gelmemize rağmen yemeği tercih etmeden doğrudan Ezine’ye doğru yol alıyoruz. İlk durağımız Bayramiç. Polis karakol’u denk gelince nerede damak tadı güzel et yiyebileceğimizi soruyorum. O da henüz yeni açılan Ortak Han’ı tavsiye ediyor. Özellikle “Lüks değil, yemeği güzel bir yer arıyoruz, salaş falan fark etmez” diye de bilgi veriyorum. Ortak Han hemen çıkışta yer alıyor. Bu bölgenin eti, sütü oldukça meşhur. Zaten herkes Ezine Koyun ve Keçi peynirini bilir. Etinin ve sütünün güzel olması ise oldukça doğal. Çünkü gördüğümüz tüm sürü ve hayvalar geniş otlaklarda otluyorlar. Zengin bitki örtüsü ve hareket eden hayvanlarında eti de, sütüde güzel oluyor.

Ortak Han’da iyi et yiyebilmek için pirzola söylüyoruz. Kocaman bir bahçe içinde olan restaurant’a da hizmet güleryüzlü ve kaliteli. Burada bu tür bir yer bulduğumuz için şaşıyoruz. Fiyatlar ise oldukça normal. 2 kişi her şey dahil  23 TL verip kalkıyoruz. Et’i harika. Mutlaka denenmesi gerekiyor.

Ortak Han Restaurant:

Bayramiç Ortak Han

Sonrasında herkesin gidin dediği Ayazma’ya yöneliyoruz. Ayazma Kazdağlarının eteklerinde yer alan Şelale ve mesire yeri. Ayazma’ya gidiş yolu etkileyici. Bulunduğumuz mevsim özelliği ile meyve bahçeleri çiçeklerini açmış, tarlalar henüz yeni yeşermiş. Gözlerimiz şenlik içinde. Hangisine baksak, hangisinde dursak ve fotoğraflasak diye zorlanıyoruz. Bayramiç barajından yanından giden yolda baraj kenarındaki Kiraz meyve bahçeleri ise oldukça etkileyici.  Bu bölge tarım yönünden son derece şanlı.

Ayazma yolu, Bayramiç Barajından kareler:

Bayramiç Barajı Yarımada

 Bayramiç Barajı

Ayazma düşündüğümden daha aşağıda bulunuyormuş. Ayazma’nın rakımı 379 metre. Daha çok mesire yeri şeklinde düzenlenen bölgede 2-3 tane yeme-içme yeri var. Ancak piknik yapmak için şelale ve derenin yanında masalar bulunuyor. Burada keyif yapmak çok güzel. Henüz karlar yeni erimekte olduğu için Şelale güçlü akıyor. Bu bölge aynı zamanda Kazdağlarında gezinenler içinde kamp yeri. Buradan yukarıya 1800 metre rakıma çıkmak için yürüyüş yolları mevcut. Ancak bölgeyi iyi bilen birileri veya rehber ile gitmek gerekiyor. Bu gezimizde buna zaman olmadığı için Ayazma’ya etrafını geziyoruz.

Ayazma’dan kareler:

Ayazma Şelale

 Ayazma Deresi ve Biblo

Ayazma

Ayazma

 Ayazma’da gezinip, temiz hava eşliğinde çayımızı içtikten sonra otele geri dönüş yapıyoruz. Otele vardığımızda henüz güneş yeni batmak üzere. Çevrede yürümek ve güneşin batışını izlemek üzere otel çevresinde gezindik. Güneş doğarken ve batarkenki manzara oldukça hoşuma gider. Zamanın geçip gittiğinin en kolay kanıtlarındandır. Güneş batınca bir gün bitmeye yakındır. Doğarken de bir günü başlatır. Gezilerimiz de günler genelde “Bugünde çok güzeldi” ile biter. Ben de “Keşke daha uzun olsaydı” isteği ile doyumsuzluğumu dile getiririm. Ancak geceleri de başka güzellikler ortaya çıkar. Şömine başı sohbetler, deniz kıyısında deniz’den esen ılık Meltem eşliğinde dalgaların şıpır şıpır’ı, kampda alaca karanlıkta görünen yıldızlar…

Pazar günü olduğundan kahvaltımızı yaparak Mehmet Engindeniz’e veda ederek otelimizden ayrılıyoruz. Bu tarafa tekrar geleceğiz ve kalış noktamız yine bu bölge olacak. Ancak Mehmet Engindenizle burada görüşmek sanırım mümkün olmayacak, çünkü buradaki macerasını tamamlayıp İstanbul’a dönmeye karar vermiş. Hal böyle olunca oteli ve sahip olduğu mevye bahçelerini satılığa çıkartmış durumda. Bundan sonraki durağımız Troya ve Çanakkale Gelibolu yarımadası.

Ertesi gün kahvaltımızı yaptıktan sonra Troya’ya doğru yola çıkıyoruz. Bayamiç’den ayrılıp Ezine’yi geçtikten sonra iç bölgeden kıyıya doğru yol alıyoruz. Kıyıya yaklaştıkça da o yeşil de geride kalıyor. Ancak şunu hatırlatalım halen etraf yeşil yeşil veirmli topraklar ve tarlalarla dolu. Sohbete kaptırınca Bayramiç Troya arasını nasıl aldığımızı fark etmiyoruz.

Troya’ya Müze Kartımızla giriş yapıp, ücret vermeden içeri giriyoruz. Müze Kartı ile Ayasofya’dan tutun pek çok yere ücretsiz ve sıra beklemeden girmek mümkün. Troya son derece enterasan bir şehir. M.Ö. 3500 yılından M.S.500’lü yıllara kadar yerleşim alanı olarak kullanılan şehir defalarca yıkılıp, defalarca kurulmuş. Yapılan kazılar sonucunda 9 medeniyet katı ortaya çıkarılmış. Halen kazılar sürmekte olan Troya dünyadaki önemli kazı alanlarından biri olarak gösteriliyor. Pek çok ilk ve teki bir arada bulunduran bölge gezilip görülmeye ve hakkında okunmaya değer.

İlk girişte herkesin bildiği Sembolik Akhalıların atı karşılıyor ziyaretçileri. Sonrasında arkeolojik çalışmalarla çıkarılmış kentin medeniyet katlarını görebilmek mümkün. Açıklama tabelaları ve yön levhaları iyi düzenlenmiş. Ancak buraya gelmeden Troya hakkında okumak gerekiyor. İşte Troya fotoğraflarımız:

 Troya

 Troya

 Troya

Troya’daki gezimizi tamamladıktan sonra ilk durağımız Çanakkale. Çanakkale’ye geldiğimizde karnımız zil çalıyor. Burada ne yenir diye düşünmeye gerek yok. Çanakkale Balık açısından son derece zengin. Balık restaurant’ı olarak Yalova Restaurant ilk akla gelen isimlerden. Ancak çok ekonomik bir menüsü bulunmuyor. Biz yine de balıklarımızı seçip, yemeğe karar veriyoruz. Taze ve çok çeşit deniz canlısı arıyorsanız Yalova Balık iyi bir yer.

Çanakkale’den ayrılıp Feribotla Gelibolu’ya geçiyoruz. Burada amacımız şehitlikleri gezip, eve dönmek. Şehitlikleri gezerken çok duygulanıyoruz. Yoğun duygularla gezdiğimiz şehitlikler hakkında ne söylesem. Zaten her şey söylenmiş. Sadece her Türkiye Vatandaşı’nın görmesi ve ziyaret etmesi gerekiyor. Çektiğin onlarca fotoğraf var. Ama hiç biri o ortamı tarif edemez. Gidip, görmek gerekiyor.

Manyas Kuş Cenneti

1

Bu hafta sonu için Çanakkale ve Kazdağlarını kuzeyini görmek için planladık. Bursa’da işimiz erken bitince de yolumuz üstündeki Manyas Kuş Cennetini ziyaret etmek için yola koyulduk. Bursa’dan-Çanakkale’ye giden yoldan Bandırma’ya giderken yol üzerinde bulunan Manyas Kuş Cenneti bu aylarda  görülmeye değer.

 manyaskuscennetiharita

Kuşların göç yolu üzerinde bulunan Manyas Kuş Cenneti Milli Park statüsünde. Gözlem yapılan alan Manyas gölünün kuş açısından; özellikle kuluçkaya yatanlar için zengin bölgesi. Normalde göl çevresinde pek çok kuşa rastlamak da mümkün. Manyas göle ve Kuş cennetine adını vermiş olmasına rağmen Bandırma daha yakın kalmakta. Sanırım Kuş Cennet’inden de daha çok Bandırma faydalanıyordur.

Kuş Cenneti gözlem yapılan Milli Park girişine ulaşmamız çok zaman almadı. Daha kapından girmeden yolda gölde Pelikan sürüsü ile karşılaşıyoruz.

Pelikanlar

Cuma olması nedeniyle etraf sakin. Gözlem yapılan alan giriyoruz. Birilerine rastlarız diye ümit ederken park görevlisi bizi karşılıyor. Bize dürbünlerimizi verip gözlem kulesine gönderiyor. Gözlem alanı öyle çok büyük değil. Gözlem kulesi ise sadece bir tane. Hafta sonları ve yazın burası tıklım tıklım olur. Bu zamanlarda buraya gelmenin eziyet olduğunu düşünüp doğru zamanda burada olduğumuza seviniyorum. Nuray önden biz Biblo ile arkadan kuleye çıkıp kuşları gözlemlemeye başlıyoruz. Ancak güneşin karşıda olması gözlemlemeyi zorlaştırıyor.

Etrafda pek çok kuş türü var. Bu kuş türlerinin bazıları kuluçka için buralarda, bazıları için ise göç yolu üzerindeki durak yerlerinden biri. Pelikanlar ise kuluçka dönemini Manyas gölünde geçirenlerden. Hemen kulenin ilerisinde kuluçkaları için hazırlanmış iskeleleri dürbünle gözlemlemek son derece kolay. 70-300 mm objektifim burada oldukça işe yarıyor. Kuşları yakın plan ancak 300 mm ile çekebildim.

Manyas Pelikanlar

Bir tanesi şansımıza yerinden havalanarak kuleye doğru yöneldi.

Pelikan

Milli Park çevresine pek çok kamera yerleştirilmiş durumda. Bu kameralarla zorlanmadan da izlemek mümkün. Milla Park binası içinde aynı anda pek çok kamera izlenebiliyor. Milli Park görevlisinin yardımıyla kameraları kumanda edebilmek de mümkün. Bu sayede görüntüde görünen kuşa daha yaklaşıp daha iyi inceleme de yapılabiliniyor. Görevli zoom yaparak kuluçkadan çıkmış yeni yavruları kolaylıkla bize gösterebildi. Milli Park binası içinde bir oda da doldurulmuş kuşlardan yapılan bilgilendirici bir oda bulunuyor. Kuş türlerini ve birebir fiziksel boyut ve şekilleri görülebiliyor.

Milli Park bahçesinde bu sene şirin bir misafir var. Sonbahar’da yaralı halde bulunan leylek insanlara da alışınca Milli Park bahçesinde kalmış. Leyleği görünce önce Biblo’nun tepkisinden çekindim ancak Biblo leyleği görünce büyük olduğuna kanaat getirip hiç tepki vermedi ve izleyip kendi işine bakmaya devam etti.

Manyas Kuş Cenneti Milli Park’ın bahçesi de dinlenmek için güzel bir ortam sunuyor. Biblo’da gölgeye geçmiş bu güzelliği değerlendiriyor.

dsc_9646

Kuş Cenneti Milli Park içinde herhangibir yiyecek içecek bulunmuyor. Ortamın korunmasında da önemli. Bu yüzden içecek konusunda emniyetli gelmekte fayda var. Manyas Kuş Cenneti’nde çıktıktan sonra yönümüzü Hafta Sonunu geçireceğiz Çanakkale bölgesine doğru çeviyoruz.

Menekşe’de Bahar Öncesi

0

Kışın başında başlayan kar yağışı ile yayla yolları kimi zaman Nisan ayına kadar kapalı kalırlar. Tabi bu Marmara bölgesi için geçerli. Daha yüksek yaylalarda bu süre daha da uzamaktadır. Kış döneminde kar Biblo ile yürümeyi zorlaştırdığından kışın yayla ziyaretlerini yapamıyoruz.

İlkbahar şehirde kolay gelir ama yaylalarda ise bu süreç 30-40 gün daha geç olur. Ağaçların yeşermesi, tüm çiçeklerin açması ancak Mayıs’ın ortasından sonra olur. Bu da yaylanın bulunduğu bölge, rakım gibi etkenlere bağlı olarak değişir. Örneğin Erikli Yaylası’na bahar daha erken gelirken, Sakarya civarına doğru denizden uzaklaştıkça ve rakım arttıkça bu süre daha da uzar.

Bu seneki ilk yayla gezi programımızı ablam ve ailesiyle birlikte yapıyoruz. Özellikle yeğenim Deniz’e yayla havasını aldırmak istiyorum. İlk aklıma yine Menekşe geliyor. Menekşe yaylasının gönlümde ayrı bir yeri var. Bu yaylayı Biblo ile beraber tesadüfen motosikletle orman yollarında gezerken bulmuştuk. Sonra adını öğrenmiştik. Ancak henüz vakit erken olduğundan yaylayı yeşiller içinde bulup bulamamakta tereddüt ediyorum. Deniz’in ilk yaylası olacağından en azında Menekşe’lerin açmış olacağını umut ediyorum.

Pazar sabahı Opet’te buluşup depolarımızı doldurduktan sonra İlk durağımız Yuvacık Barajı’nın sonunda yer alan Mahir’in yeri. Her zaman olduğu gibi ilk Mahir karşılıyor bizi. Derenin kenarında kahvaltımızı büyk bir keyifle yapıyoruz. Aslında bildiğimiz kahvaltı ortam ve güveçte yumurta ile birleşince gayet keyifli oluyor.

Mahir’in yerinden bir kare:


Ablam Sofra dergisi dahil üç dergide yazıyor. Aynı zamanda blog’un da da kimi zaman bunları yayınlıyor. Bu yüzden de yemekle ve bununla ilgili her şey dikkatini çekiyor. İşte bunlardan biri Su Değirmenleri. Mahir’in yerinde ve yukarısında köylülere ait su değirmenleri bulunuyor. Değirmenler halen faal. Ağırlıklı olarak bu değirmenlerden mısır unu elde ediliyor. Ablamla su değirmenleri ile epey ilgileniyor ve fotoğraflıyor.

Burada kahvaltımızı yaptıktan sonra Menekşe Yaylasına doğru yola çıkıyoruz. Servetiye Cami köyüne kadar ortam yeşilken 800 metreyi aştıktan sonra ağaçlardaki yeşillenme ortadan kayboluyor. İşte o zaman erken davrandığımızı anlıyoruz. Nuray’la ikimizde erken geldik ve yaylanın yeşilini yeğenim Deniz’e gösteremeyeceğimize üzülüyoruz.

Bu sefer yaylanın başında durmuyor ve yaylanın ilerisine kadar gidip, gezip dinleneceğimiz bir alan buluyoruz. Çünkü Biblo’nu beli orta ve uzun yürüyüşlere henüz müsade etmiyor. Bugünkü gezimizde fazla yürüyüş yok. Bu sefer zamanımızın büyük kısmını oturmakla geçireceğiz. Alışık olmadığımız bir durum aslında.

Biblo ile beraber dinlenirken:


Yayla’nın ortasından geçen dere yaylanın beslenmesi için hayati değer oluşturuyor.


Biblo kısa kısa yürüyüşler yapıyor. Bazen dayanamıyor otlar üzerinde yuvarlanıyor.

Bu sefer farklı olarak yaylanın akan deresindeki su miktarının azalmasıydı. Menekşe Yaylasının başında suyu biriktirmek amacıyla bir çukur kazılmış. Bu yüzden de yaylanın ortasından akan dere bu mevsime göre cılız akıyor. Doğa’ya yapılan bu müdahale sonucunda derede yaşam zora girmez umarım. Bu dere sadece kurbağaların olduğu değil pek çok canlıyı barındırıyor. Geçen sene geldiğimde Semender’e de rastlamıştım.

Yaylanın temiz havasını solumak, taze otlarında henüz çıkan menekçeleri karelemek güzel.. Bu yüzden de zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz. Hava kararmadan İstanbul’a dönmek için çok da geç kalmadan geri dönüyoruz. Biblo bu gezimizde çok da gezemedi ama temiz havada otların üzerinde uzanmak ona iyi geldi. Her geçen iyi olan Biblo ile bu dönemde yaptığımız gezilere devam edeceğiz.

Küre Dağları’nın Mağaraları

0

Kış boyunca biriken dağlardaki Karlar erir, şelaleler çoşar, kimi ağaçlar tomurcuklanır, kimisi çiçeklenir, yaylalar yeşermeye başlar..Doğa’nın uyanmasıyla Biblo da bu aylarda kıpır kıpır olur, yerinde duramaz. Ancak 2009’un ilkbaharını biraz daha yavaş karşılamak zorunda kaldık. Çünkü Biblo’nun belini incittik. Biblo yürümekte zorlanırken bizim de hareketlerimiz kısıtlandı. Biblo’nun iyileşebilmesi için hareketsiz durması, merdiven inip, çıkmaması gerekiyordu. Bu yüzden pek çok yerde kucaklarda hatta sepetinde taşıyarak geçirmek zorunda kaldık. Ancak önceden planlanan Kastamonu Pınarbaşı gezimizi ertelemedik. Veterinerimiz Feridun Bey’in de izni ile Biblo ile Kastamonu’ya doğru yola çıktık.

Gezi Künyemiz:

Gezi Organizasyonu: ASPEG (Anadolu Speoloji Grubu)

İstanbul’a Uzaklık: 450 KM
Gezi Tarihi : 4-5-6 Nisan 2009
Konaklama Yeri: Paşa Konağı (www.pinarbasim.com) Tel: 0-366-771 33 75

Son olarak 2008 Aralık’ta gelmiş, burada ASPEG (Anadolu Speleoloji Grubu) ile tanışmıştık. Sonra mağaracılık adına yaptıkları hoşumuza gidip bizde ASPEG’li olmak istemiş ve Ali Yamaç’ın da gayretiyle gruba dahil olmuştuk. Tamamladığımız eğitimlerden sonra, mağaracı olarak ilk gezimizi yine Pınarbaşı’na yaptık. 4-6 Nisan tarihlerini kapsayan üç günlük bu gezimizde Küre Dağları Milli Parkı ve civarında yeni mağara keşifleri yaptık.

Yine tarihi Paşa Konağın’da konaklıyoruz. Erdoğan Avcı’nın sahibi olduğu Ahmet Abi’nin işlettiği Paşa Konağı’nda Cuma akşamı Ahmet Abi şömine ateşini yakmış bizi karşılıyor. Safranbolu’nun bükmesi ve kuyu kebabından sonra şömine karşısında Ahmet Abi’nin çayını yudumlayarak tüm yol yorgunluğumuzu atıyoruz.


Ertesi gün Biblo yürüyemediği için beraber konakta kalıyoruz. Grup ise mağara keşifleri için hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkıyor. İki gruba bölünen ekipten biri İntürbesi mağarasını bulmak için, diğeri ise köylü rehber eşliğinde yeni keşifler için kanyon civarına gidiyorlar. Onlar keşif yaparlarken ben Biblo ile zaman geçirirken zaman zaman çevredeki kuşları fotoğrafladım. Öğlene doğru ise Biblo ile güneş altında, derenin sesi ve kış cıvıltıları ile ruhumuzu dinlerdik.

Yeni aldığım 70-300 objektifim ile çektiğim kuş karelerinden bir tanesi :


Öğleden sonra ilk dönen grup Ali Yamaç’ın grubu. Ama elleri boş…Gidilen rotada mağara bulunamıyor. Murat’ın grubu ise mağaranın yerini bulmuş olarak dönüyorlar. İntürbesi mağarasının yerini uzun uğraşlar sonunda Nuray ile Engin bulmuş. Hatta ilk bölümün ölçümleri bile almışlar. Lakin iş bitmemiş..Yanlarında iniş malzemesi olmadığı için alt salona girememişler. Yarın tekrar gidilip 5-6 metreden inerek mağaraya devam edilecek. Ben olup bitenleri ise keyifle dinliyor aynı zamanda akşam yemekten sonra bilgisayara aktarılan fotoğraflardan izliyorum. Herkes kendinden bir şeyler ekliyor. Sohbet edilirken bir yandan da bilgiler tazeleniyor. Yarın ben de bu mağaraya girecek ve aşağı inerek mağaranın devamlılığına bakacağız. Bu arada heyecan dorukta, ilk defa turistik olmayan bir mağaraya mağaracı olarak giriş yapacağım.

Biblo’yu aslında konakda yalnız bırakma konusunda tereddüt içindeyim ama durumu değerlendirerek konakda odamızda bırakmaya karar veriyoruz. Bu sayede yerinde kıpırdamadan daha çok dinlenecek. Üstelik biz yokken Ahmet abi arada sırada göz kulak olup, sobayı odunla besleyip odanında sıcak durmasını da sağlayacak.

Burada mağaraların yerleri ve konumları hakkında bilgi vermiyorum. Çünkü pek çok defineci bu mağaraları bulurlarsa talan edecekler ve doğal güzelliklerini bozacaklar. Definecilerin bir şey bulabildiklerini sanmıyorum ama verdikleri zarar onarılamayacak boyutlara varabiliyor. Mağaracılık hakkında pek çok bilgiye ve keşfettiğimiz mağaralar ile ilgili bilgilere http://www.aspeg-tr.org/ sitesinden erişebiliniyor.

İntürbesinde kalan kısmı tamamlamak üzere 6 kişilik bir ekip olarak yola çıkıyoruz. Dik tırmanıştan sonra mağara girişinde tulumlarımızı giyerek ilk mağarama dalıyorum. Oldukça keyifli. Havası bile hoşuma gidiyor. Lumi ile sol taraftaki en aşağı kola dalıyoruz ama devam etmediğini görünce geri dönüyoruz. Bu arada Murat ve Arda aşağıya iniş için gerekli emniyetleri alarak merdiveni hazır hale getiriyorlar.


Mağara kostümü içinde benim ilk mağara fotoğrafım :

Arda ve Murat merdiveni döşerken bizde mağarada inceleme yapmaya çalışıyoruz. Yanımızda alkol tüpleri var. Eğer bulabilirsek bulduğmuz böcek türlerini tüplere koyuyoruz. Bu bilgiyi biyologlar için topluyoruz. Çünkü ilk defa bu şekilde incelenen bu mağaralarda yeni tür bulma olasılığı her zaman var. Ayrıca bunlar mağara yaşamı hakkında da bilgi veriyor.

Merdiven’den aşağı iniyoruz ama mağara umduğumuz gibi çok da devam etmiyor. İleri devam eden bir kol kısa bir süre sonlanıyor. Murat ve Lumi ölçümleri alarak mağara kayıtlarını oluşturuyorlar. Ölçüm dediğimiz uzun bir metre ve eğim ölçerli pusula ile yapılıyor. Durak noktaları belirlenerek alınan bu ölçümler dönüşte bilgisayara kayıtları yapılıp, çizimleri oluşturuluyor. Birazda görsel hafıza ile mağaranın şekli ortaya çıkıyor.

Emine eğim ölçerli pusula ile ölçüm yaparken :


Dönerken önümüzde köylü, elinde geyik boynuzları hızlı hızlı gidiyor. Sanırım elindeki boynuzlardan ötürü çekinmiş olacak ki, hızlı hızlı gidiyor. Sonra sesleniyor ve selam veriyoruz. Boynuzları orman da bulmuş. İlk önce ölen bir geyiğin boynuzları sanıyoruz ama sonra erkek geyiklerin her sene bu boynuzları döktüklerini ve her sene yeni bir kırılıkla boynuzu tekrar çıkardığını öğreniyoruz. Yani boynuz üzerindeki dallar geyiğin yaşını hesaplamamızı sağlıyor.
Genç mağaracı Tuna’ya boynuz yaparken:



Konağa geri döndüğümüzde Biblo’yu daha dinlenmiş olarak buluyorum. Nuray diğer grupla Atak mağarasından halen dönmemiş. Atak mağarası zorlu bir mağara. Amaç bir kolun devam edip etmediğini kontrol etmek. Bu kolun farklı bir noktada yüzeye çıkış yapılacağından şüphe ediliyor. Daralları bol bol bulunduğu, büyük bir zaman sürünerek geçirilen keyifli mağaralardan. Ekip akşam üstü geri dönüyor. Yorgunlar ama bir o kadar da keyifli. Şüphe edilen kol sonuç vermiş ama mağara da geçirdikleri 5 saat sonunda mağaraya doyuyorlar. Hepsinin tulumları baştan aşağı çamur içinde. İlk işleri ise derede tulumlarını temizlemek.


Pazartesi günü ise planımızda Buzluk mağarası var. Orman içinde 1 saatlik yürüyüşle eriştiğimiz Buzluk hepimizi büyülüyor. Mağara’nın doğalında olan sarkıt ve dikitlerin dışında, mevsimsel olarak oluşan buzul dikitlerin oluşturduğu manzara oldukça etkileyici. Grup’da bulunan Ender Usuloğlu tarafından ilk defa ölçülen ve isimlendirilen bu mağaranın bu halini ekipten ilk defa bu şekilde bizler görüyoruz.

Sami’nin çektiği karelerden seçmeler:




Bu etkileyici mağara gezimizden sonra hava kararmadan İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz. Tabiki Safranbolu’nun yine o güzel yemeklerinin tadına baktıktan sonra…

Akarsular Gürül Gürül

3

Bu sene dağlar daha iyi yağış aldı. Kışında normal seyrinde gitmesiyle Şelaler ve Yaylalar mevsimi diye adlandırdığımız İlkbahar?da gelmiş oldu. 22 Mart Pazar günü hem dağlardaki kar durumuna bakmak hem de Yuvacık-Kullar bölgesini ziyaret etmek için Mahir?in Yerine doğru yolumuzu tuttuk. Mahir?in yeri bu bölgedeki en güzel yerlerden biri? Mahir kendisi doğrudan müşterileriyle birebir ilgilenir. Sabah kahvaltısını ve köy yumurtasını mutlaka deneyin.

Gezi Künyemiz:

Tarih: 22.Mart.2009, Pazar
Alınan KM: 208 KM
En Yüksek Rakım: 1,027 metre

Ve yine Haritamız:

Yuvacık barajına geldiğimizde barajın doluluk oranının gayet iyi olduğunu görüyoruz. Karların tamamen erimesiyle baraj tamamen dolacağa benziyor. Geçen sene aynı zamanda baraj bu seviyeyi görememişti. Önce Mahir?in yerinde kahvaltı molamızı veriyoruz. Niyetimiz çevreye bakınmak ve tüm günümüzü burada geçirmek. Havalar yeni ısındığından henüz ortam kalabalık değil. Böylesi de ideal olanı. Yazın ana baba olan bu yerleri sakinken ziyaret etmek çok daha keyifli.

Geçen Sene de yine bu zamanlarda bu bölgeye bir kaç kez gelmiştik. İstanbul?a yakın olması, güzel doğası ile bu bölge oldukça ilgimi çekiyor. Kanyonları,yaylaları, akarsuları, Karadeniz göçmeni yöre halkı ile gelinesi yerler. Geçen seneki yine bu zamanlarda Aytepe-Menekşe Yaylası Yolu başlığı altında buraları yazıp çizmiştim.

Kahvaltımız gelirlen zaten çok da tanıdık olan çevreden bir kaç kare foto alıyorum. Biblo halinden memnun tahta köprü ne kadar sallansada karşıya geçiyor. Altından akan sular şimdilik onun için seyirlik?Biraz daha havalar ısınıp, suların hızı azalınca atlamaya cesaret edecektir.


 

Kahvaltımızı keyifle yaparken yol durumu hakkında Mahir bize bilgi veriyor. Henüz bıcak (dozer) yola girmemiş. Gölge yerlerde ise kar kalınlığı halen 50 cm üzerinde olabildiğini Ormancılar söylemiş. Bu yüzden de dozer karın incelmesini bekliyormuş.

Kahvaltımı sonrasında Aytepe?ye doğru yöneliyoruz. Servetiye Cami?nden doğru yukarı giden yolda ve kenarlarda kar bulunmuyor. Ancak Orman Kontrol noktasına ulaştıktan sonra karla karşılaşabiliyoruz. Erime başlayınca karla pelte halinde..Biblo durumu görünce inmek bile istemedi. Bizde karşı yamaçta Aksığın ve Tepecik köylerini ve onlara bağlı mahalleleri fotoğrafladık.


Tekrar Mahir?in yerine geri döndükten sonra dere boyunca yürüyüşe geçtik. Yerinde duramayan Biblo anı bekliyordu ve hepimizden önce atıldı. Biblo?da artık defalarca geldiğimiz buraları iyice ezberledi. Dönüş yolunda gözümüze ilişen küçük şelaleyi de fotoğraflamayı unutmadık.


Bu bölge Nisan ve Mayıs aylarında çok daha güzelleşir. Etraf yeşerir, karlar erir ve işte bu dönemde özellikle yaylalarını ziyaret etmek şart. Menekşe yaylasında Menekşe tarlalarını görmek, İnönü Yaylasında ortasından akan derede ayakların üşüyünceye kadar suda tutmak?

22 Mart 2009 Pazar

TİT Eğitimi

0


TIT yani Tek İp Tekniği. Daha doğrusu iple tırmanış ve iniş eğitimi aldık bu hafta sonu. Tuzla’da otururken sakin olduğu dönemlerde sık sık ziyaret ettiğimiz Ballıkayalar’da bu sefer eğitim için bulunuyorduk. ASPEG grubumuz tarafından düzenlenen bu eğitimde amaç dikey mağaralara tek iple iniş ve çıkış yapabilmek. İlk temel eğitimlerimiz ardından ilk gerçek kaya üzerinde yapacağımız bu eğitim epey heyecan vericiydi.

Ballıkayalarda pek çok hazır tırmanış rotası bulunmakta. Hemen vadinin girişinde bulunan sağda ve solda yer alan kaya yapısı eğitime oldukça uygun. Özellikle İstanbul’a yakınlığı yüzünden kaya tırmanışı için çok kullanılan bir alan. Biz eğitim için soldaki kayaları tercih ettik. Ballıkayalara geldiğimizde kaya eğitimi alanları görüp imrenirdim. Şimdi ise sıra bizde…Bu sefer o kayalardan biz sallanacağız.

Eğitmenimiz Barbaros eğitim duyurusunu herkese gönderdiğinde Cuma akşamından kamp kuracağını yazıyordu. Yedi göller kampından bu yana neredeyse dört ay geçmişti. Bu yüzden kamp için can atıyordum. Lakin Cuma günü Bursa’da olacağımdan katılmamız zordu. Bu yüzden kampa Cumartesi sabahtan katılmaya karar verdik. Barbaros ise benim gibi çadırlı kamp yaparak bir stres atmak istiyordu. Yağmur yağsa da gök insede ben gideceğim demişti ve gittide. Yağan yağmura rağmen Barbaros, Ali Yamaç, Engin ve Tuğba o gece Ballıkayalar’da çadırlı kamp yaptılar. Geceleyin Barbaros’dan gelen telefon kampın ne kadar eğlenceli geçtiğini anlatmaya yetiyordu.

Cumartesi sabah biraz geçde olsa kamp alanına ulaştık. Ali Yamaç her zamanki o kendine özgü takılmalarıyla önce Biblo ile sonra bizimle selamlaştı. Hep dediğim önce Biblo sonra biz.

Kamp alanında Biblo kucağımdayken;


Hep beraber çayımızı yudumlayıp kahvaltımızı yaptıktan sonra eğitim alacağımız noktaya hareket ediyoruz. Ali Yamaç gece karanlıkta yürürken düşüp ayağını incittiğinden onu kamp alanında bırakıyoruz. İlk önce gelmeye yeltendiyse de yağmurla birlikte kayganlaşan zeminde riskli olabileceğinden vazgeçtik.
Eğitim noktamızdan Ballıkayalar Vadisi manzarası:

Eğitim alacağımız kaya yaklaşık 25 metre yüksekliğinde. Barbaros her şeyi emniyete alıp eğitime başladı ama biz aşağı baktıkça “Acaba dönsek mi?” esprisini yapmadan edemedik. Hele hele bizden daha tecrübeli Engin aşağı bakıp “Ben burdan inmem” diyince biz iyice yıkıldık.. Soluklu konuşan Engin meğersem bu ipten inmem, diğerinden inerim anlamında söylemiş. Diğerinin girişini daha çok beğenmiş. Hani bizde bahane aramıyor değiliz.
Eğitimi Nuray ve Ben alıyoruz. Engin ise daha ağırlıklı pratik yapıyor. Tuğba ise misafir sanatçı. Bize moral desteği veriyor. Barbaros “Kim geliyor?” sorusuna ben hemen “Nuray” diye cevap veriyorum. Eee bayanlar önden. Ne kadar geciktirirsem o kadar cesaretlenirim diyorum. Aslında aşağıdaki fotoğrafı çekeren kendimi emniyete alıp iyice kendimi salarak çektim, ama yine de ip heyecan yaratıyor.


Bir baktım Nuray aşağı inmiş, Barbaros yukarı çıkmış bile. Sıra bende..Öyle böyle değil kalbim küt küt atıyor. Hani öyle yükseklik korkusu falanda yok ama.. İpten sallanacağım istasyona kadar gerginlik devam ediyor. Ama ipe girince daha rahatladım. İkinci ikinişmi yaparken daha da rahattım. Barbaros’la yarı yolda bir araç emniyet alıp kısa bir rahatlama ve güven sohbeti bile yaptık. Doğadaki bir engeli daha aşabilmeyi ve dikey mağaralara inebilme yolunda önemli adım atabilmiştik.
3 saatlik eğitim sonrasında hepimiz yorgun düşünce aşağı inip Ali Yamaç’a katıldık. Göletin yanıbaşında sohbetimizin ardından Ali Yamaç ve Engin’i İstanbul’a uğurladık. Bizde geceleyin kamp hazırlığı için kolları sıvadık. İlk olarak ateş meselesi önem taşıyordu. Hem ısınmak hem de yemek için ihtiyacımız olan ateş için çevrede kuru odun bulamayınca Barbaros’la kuru odun için köye inerek odunmuzu aldık. Öğleden sonra başlayan kamp eğlencemize akşamleyin İlker ve Sebahatta katıldılar. Yaktığımız ateşte Barbaros’un yaptığı mızraklarda tavuk butlarımızı ve sucuğumuzu yaparak keyifli bir kamp yemeği yedik. Ateş başı sohbetimizin ardından TIT ekibi günüde yorgunluğuyla çadırlara çekildi. Geceleyin hava sıcaklığı 2 dereceye düşünce Nuray üşümeye başladı. Riske girmeyip hemen aracımıza geçtik.

Pazar sabahı ilk kalkan her zamanki gibi Biblo oldu. Önce beni uyandırdı, sonra kamptaki herkesi havlayarak uyandırdı. Herkesin uyandığını gören Biblo her ne olduysa sustu. Kamp alanlarında buna pek çok kez tanık oldum. Sebebi sanırım kalabalığı sevmesi ve herkes kalkmadan harekete geçmemiz. Biblo herkesi uyandırarak işi hızlandırıyor aslında…

Barbaros’un o güzel sucuklu melemen’i ile karnımızı doyurduktan sonra biz kamp alanını terk ederek evimize doğru yola koyulduk. Aslında o günde eğitime devam edecektik ancak Cuma’dan bu yana kırık olan vucüdum iyice yorgunlaşmış ve tehlike sinyalleri çalıyordu. Barbaros o inanılmaz dinamikliğiyle o gün İlker ve Sebahat’e de eğitim vererek eğitimleri tamamlamış. Bir hafta sonunu daha faydalı bir eğitimle geçirdik. Doğada direncimizi ve engellerimizi azalttık, bilgimizi arttırdık.

İlkyardım Eğitimi

0

Bu hafta gezmek yok. Çünkü hep beraber ilkyardım eğitimi alacağız. Her an her yerde karşılaşabileceğimiz durumlara daha hazırlıklı olmak, doğruyu yapabilmek için bu eğitim son derece önemli. Özellikle doğada gezen yardımın hemen ulaşamayacağı yerlerde en ufak bir bilginin dahi önemi var. Bilgi varsa ne yapılacağı biliniyordur, bilgi yoksa ön görüler yapılır, panik olunur.

İlkyardım eğitimini ODTÜ Cankurtarma ve İlkyardım (OCİT) Topluluğundan aldık. ASPEG’i kırmadılar Ankara’dan İstanbul’a gelip bizi 2 gün yoğun bir eğitim kampına aldılar. İşini ciddiye alan tam tamına 8 eğitmen geldiler. Biz topu topu 15 kişi, eğitim kadrosu 8 kişi. İlk önce 8 kişi ne yapacaklar diye düşünürken, eğitim sırasında neden 8 kişi olduklarını anlayabildim. OCİT aslında bir öğrenci topluluğu. Ama bu topluluk 17 yaşında. Yani 1992 yılında kurulmuş. Amatör ama eğitim başarısı : Harika. 26 saatlik eğitimi büyük özveri ile verdiler. Ne bizim ne de kendi tempolarını hiç düşürmediler. Sürekli ilgiyi bu kadar yoğun bir eğitimde çok kolay değil.

Biblo gezemesede sosyal olmayı oldukça seviyor. Özellikle sevdiği kişilerle birlikte olmak onun için keyif verici. ASPEG’lileri çok seviyor. Bu yüzden tüm eğitim boyunca gayet rahat rahat kucaktan kucağa dolandı durdu. Ancak bir ara sıkılıp eğitim sırasında sahneye çıkıp hepimize şöyle bir bakıp”Kuzum siz ne yapıyorsunuz burada? Hadi doğaya gidelim.” diye bizlerin karşına geçip hepimize tek tek baktıysa da yine de günü fena geçmedi.

Eğtimden Kareler:



Bizleri yoğun bir eğitime tabi tutan OCİT topluluğu üyeleri zaman zaman ansızın ve beklenmedik şekilde yaptıkları senaryolarla bizlere gerçeği yakın ilkyardım dersleri verdiler. Özellikle son toplu senaryo da hepimiz ciddi anlamda terlettiler. Gerçekten olayın karmaşını, ruhunu yaşayarak soğukkanlı olmayı başardık.

Kazalardan sonra yaralıların %10’u ilk 5 dakika içinde, %50’si ise ilk 30 dakikada hayata gözlerini yumuyor. İşte bu noktada ilkyardım’ın önemi büyük. Her şeyden önce İlkyardım tıbbi müdahale değil. Adı üzerinde ilkyardım. Ve temel ABC’yi içeriyor. Zaten OCİT’in dediği gibi amaç “başkaları için tehlikelere karşı korunmayı, soğukkanlı ve hazırlıklı olmayı,önlem almayı ve tehlike anında nasıl davranılmasi gerektiğini öğrenmek”

Uygulamalı aldığımız bu eğitimin hiç bir zaman gerekli olmamasını diliyoruz. Ama bu eğitimde ilk 2 dakika içinde yapılması gerekenleri önemini öğrendik. Pek çok durumda ne yapılması gerekliliğini öğrendiğimiz İlkyardım eğitimi Pazar gecesi 22:00’de tamamladık. İlkyardım eğitimi isterseniz OCİT hep aklınızda olsun. OCİT’in sayfası: http://www.ocit.metu.edu.tr/

Pembe Kayalar

3

Güzellikler hep uzakta mıdır? Hani değişik olan şey güzel gelir. Alışınca ise bayağı olur. Sanırım bu yüzden de uzakta olan değişik güzellikler muazzam gelir. Herkes Maldivler, Sri Lanka peşinde koşturur. “Yakın çizgi bulanık gözükür” derler. Kaba tabiri ile “Burnunun uçunu görmüyor” derler.

Türkiye öyle güzelliklere sahipki, her geçen gün yeni bir tanesini öğreniyor, listeme ekliyorum. Son olarak Pazar günü gazete haberine dikkat kestim. “Konya’da 200 metre çaplı obruk oluştu”. Hemen gidesim geldi. “Git oğlum git” dedi bir ses ama hayatın gerçeğinde yarının iş günü olduğu daha ağır bastı.

Elbette Dünya’nın güzelliklerini görmeli ama çok da uzaklarda aramamalı. Ben yaşadığım bu topraklardaki güzellikleri görüp, elimden geldiğinde çevreme anlatarak, korunması yönünde katkıda bulunmaya çalışıyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz, yakınında olduğumuz güzelliklerin farkında değiliz. Bana yine de şu ters geliyor: “Çöpünü, kirini, havasını kirlettiğin yerde çalış, sonra paranı cennet diye sandığın Dünya cennetinin bir köşesinde harca”…Dünya’yı görmek, gezmek bende istiyorum. Geçenlerde Biblo yurtdışına çıkabilsin diye çip bile takdırdık. Ama “Cennet Ülkeni de gör”

İşlerin yorgunluğu sanırım, bu ara uzaklara gidemiyoruz. Hafta içi rüzgar görünce Karadeniz’in hırçın dalgalarını anımsadım. Kimbilir nasıl çarpıyorlardı kıyıya, kıyıdan yükselip nasıl havayı ıslatıyor, taze bir deniz havası yaratıryordur etrafta diye düşüncelere dalmışken aklıma Kefken geldi. Son olarak motosikletle Batı Karadeniz turumda uğradığım Kefken dalgalarla dövülüyor ve yağmur gelmek üzere olduğu için hızla İstanbul’a dönmüştüm.

Şimdi 1.Mart Pazar günü olduğunda yine vakit Kefken vakti olarak göründü gözüme. Nuray, Biblo ve ben ailecek koyulduk yollara. Bu yollar artık benim yollarımda. Defalarca aldığım Kandıra yolu bilindik ve klasik olduğundan hep keyifli gelmiştir. İlk önce yolumuzun üzerinde bulunan Kerpe’ye uğradık, ancak in-cin top oynadığını görünce, burada oyalanmayıp Kefken’e geçtik.

Kefken’e ilk girişte kurulu mini pazar dikkatimiz çekti. Hani şöyle göz ucu ile bakmam karnımın zil çalmasına sebep oldu. Limanda bulduğumuz “Liman” balık restaurantına dalıverdik. Balıklar güzeldi güzel olmasına ama Sünnet Gölünden dönerken “Hanım’ın Yeri”nde yediğimiz Hamsi halen aklımdan çıkmıyor. Liman Restaurant yeri güzel ama yağın kalitesine çok önem vermiyorlar. Fiyatları ise İstanbul şartlarına bile normal kalıyor. Daha uygun olmasını gerekirdi. Çünkü Kefken Balıkçı kasabası.

Sonra Cebeci istikametinde bulunan Pembe Kaya’lara doğru ilerliyoruz. Karadeniz beklediğimizin gibi değil. Ne dalgaları dövüyor, ne de havaya deniz kokusunu yayıyor, oldukça sakin. Pembe Kayalar mevkiinde deniz içinde düzgünce ayrılmış kayaları görünce, bu kayaların yapısını merak ettim. Suyun içinde yumuşak ve rahat kesilebilen kayaların bu özelliği keşfedilince Osmanlı döneminde dikdörtgenler şeklinde kesilerek,Sultanahmet Cami dahil pek çok yapının inşasında kullanılmış.

Kefken’ini bilinen bir doğa güzelliği de Kefken Adası. Uzaktan görüyoruz Adayı. Bu yüzden şimdilik ilgimiz dışında.
Pembe kayaların adı ise kayaların pembemsi rengingen geliyor. Güneşin batışındaki renk çümbüşü ile eminim daha güzel olan bu kayaları asıl ilginç yapan bu jeolojik yapısı. Bunun dışında Ağva tarafında gördüğüm kıyılar bana daha güzel ve ilginç geliyor. Aslına bakarsak Ağva ile Kefken arasındaki kıyılarda halen pek çok bakir alan var.

Biblo ise ortamı sevdi. Kayaların üzerinde hop oraya hop buraya koşup durdu. Biblo genelde doldurma kıyılardan kesinlikle hoşlanmaz. Ama doğal yapılarda kıyıya kadar güvenle yanaşır ve ben olmadan gezinebilir. Sanırım patilerinden hissettiği titreşim ona bu konuda bilgi veriyor. Bu titreşim hissi bana pek çok bina hakkında da bilgi veriyor. Örneğin Ağaoğlu Eltes güneşinde apartman içinde rahatlıkla yürüyken, farklı bir yerdeki binadan koridorda sadece duvara yapışarak daha az titreşimin olduğu yerden yürüyor. Hani kalite kontrol açısından Biblo’nun hissettiklerine son derece güveniyorum.


Kefken Pembe Kayalarda dolaşıp, etrafı seyredip, limana dönüş yapan balıkçıları selamladıktan sonra Kefken’den ayrılıyoruz. Kefken bir şeyler yapılmak için çok zengin bir yer değil. Ama Deniz’i için ve Pembe Kayalar’ı görmek için gelinebilir. Yine de tekrar gelinebilecek yerlerin listemde yer almıyor.

Kefken’den dönerken Akçakoca Anıt’ına da uğruyoruz. Kocaeli Fatihi olarak bilenen Kumandan Akçakoca’nın mezarının bulunduğu yer 1974 yılında Kocaeli valisi Ertuğrul Ünlüer tarafından inşa edilmiş. 12.yy’da yaşayan Kandıra Beyi Akçakoca adı ise sadece bu Bey tarafından kullanılmıştır. Osmanlı’nın kuruluş aşamasında, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin silah arkadaşı olarak bilinmekte.

Akçakoca anıtın’dan ayrıldıktan sonra Kandıra merkezine de uğrayıp bir tur atıyoruz. Çeşme kenarındaki yaşlı amcalarda hem sohbet edelim, hemde soralarımıza cevap bulalım diyoruz ama sorduğumuz soruların cevaplarına farklı cevaplar veren yaşlı kasabalılar, kendi aralarında tatlı bir tartışmaya tutuşunca cevapları almaktan vazgeçip yanlarından aryılıyoruz. Kandıra’dan Manda-İnek karışımı yoğurduğumuzu üstündeki kalın kaymağı ile birlikte alıp, İstanbul’a evimize dönüyoruz.

Kefken ve Kerpe’ye hani yolunuz düşerse uğrayın. Bu güzelim kasaba İstanbul ve İzmit’e bu kadar yakın olmasına rağmen daha güzelleştirilebilirken, hani doğayı seven, denizini eşsiz bulan şehirlilerin istilasına uğrayarak doğrudan betonlaşma tercih edilmiş. Belediye ve ilgili makamlar günü kurtarma derdine yasal dayanaklarla da bu kadar yoğun imarlaşarak Karadeniz’in önüne bir set daha örmeyi becermişler.

İnönü İni ve Frig Vadisi

0

Kuzey-Batı İç Anadolu bölgesinde dolaşıp duruyoruz. Nallıhan’dan Eskişehir, sonra Göynük Sünnet Gölü..Şimdi de klasik Adapazarı-Eskişehir yolu. Uzun zamandır bu klasik yolu kullanmamıştık. Son Kastamonu, Pınarbaşı gezimizde de Nallıhan tarafından Eskişehir’e gitmiş ve bu yoldaki gelişmelerden haberdar olamamıştık. Adapazarından Bilecik istikametine ilerledikçe gelişen, değişen ve doğaya kıyım yapılarak açılan yolu izledik. Yol güzel ama sanki çalışma şekli çok canice.. Onlarca belkide yüzlerce iş makinası, kamyon dağları yok ediyor, derelerin önünü kesiyor, az da olsa yeşil olan yol güzergahını gri taşa çeviriyor. Dediğim gibi yol güzel ama davranış çok vahşice geldi. Yüzlerce karayolu işçisi, umursamaz ve büyük hızla ve gürültüyle çalışan iş makinaları manzarasını yaklaşık 100 KM süren yol boyunca görünce içim daraldı.

Bu daralmışlıkla Eskişehir’de eve ilk adım attıktan sonra “Biblo ile biz gidiyoruz” oldu. Sonra İnönü Türk Hava Kurumu eğitim alanına doğru gittik. Bir umut birileri varsa planör ve mikrolight için bilgi alırız diye düşünmüştüm. Ancak eğitim pistine geldiğimizde sadece güvenlik görevlisi karşıladı. O da her şeyden habersiz. “Ankara’ya soracan” diyip durdu.

Eğitim alanına gelirken, caddenin sonunda dağ ve dağdaki kocaman oyuk ilgimi çekti. Nasıl gidilebileceğini, ne ad verildiği, nedir gibi sorularıma cevap bulduktan sonra aracımızı park edip, yola koyulduk. Yöre halkı “İnönü İni” diyor. Kurtuluş savaşında araç, gereç depolamak ve barınmak için kullanılmış. Hatta ine çıkıştaki taş oyuklarda ateş yakıp, Mehmetçiğe yemek yapıldığı söyleniyor. Kurtuluş savaşı öncesi veya bu doğal güzellik için başka bilgi alamıyoruz.

İnönü İni’nin ne kadar içeri gittiğini sorduğumda zamanında çoçukken 100-150 metre ileri doğru gidebildiklerini anlatıyorlar. Sonrasını ise korkup geri dönmüşler. Ne kadar doğrudur bilinmez. Bende taze mağaracı ve ASPEG’li olarak bilgi almaya çalışıyorum.



Mağara’nın içi oldukça geniş. Biblo bir ara koşturup oyun bile oynadı.

Sonra yukarı tarafa tırmandık. Dik bir yamacın eteğinde olan bu bölge, yerlerin yarı ıslak olmasıyla bizi tedirgin etti. Biblo hemen bulunduğu yerin aşağısı dimdik aşağı doğru iniyor. Bu yüzden Biblo’yu uyararak geri çağırıyorum.

Sonrasında ise termal bölgesi olan Kütahya yoluna doğru gidiyoruz. Daha termallar varmadan Frig Mağarası levhasını görünce köyün içine dalıyoruz. Aracımızı park ettikten sonra karşılaştığımız Sofça Köyü sakinleri ile konuşuyor ve bölge hakkında bilgi alıyorum. Porsuk barajı kıyısında bulunan köy, barajdan önce daha ilerideymiş. Hatta okul ve halen minare eski yerlerinde duruyor. Gittiğimde su geri çekilmiş haldeydi ancak normal su seviyesinin minarenin bulunduğu yere kadar geldiği söyleniyor. Şu andaki ve normal ile kıyaslandığında en az 600-700 metre su çekilmiş durumda.

Baraj’dan iyi balık çıktığını söylüyorlar. Benim boyumda balık avladıklarını, bununda öyle aman aman bir şey olmadığını da belirtiyorlar. Frig Mağara’larından konuyu açtığımda önce temkinli yaklaşıyorlar. Sonradan anlıyorum ki defineci olduğumdan çekinmişler. Barajın bulunduğu vadinin adı Frig Vadisiymiş. Mağaralara erişim ise şu anda en kısa motorlu kayıklarla yapılıyormuş. Önce gidelim istiyorum ancak yalnız oluşum, saatin akşam üstüne yakın olması bu fikrimden vazgeçmemi sağlıyor. Dediklerine göre mağara içinde freskler ve eski yazılar varmış. Bunlardan sonra oldukça meraklanıyorum.


Mağaralara gidemiyoruz ama baraj gölünün kıyısında Biblo ile uzun bir yürüyüş yapıyoruz. Hemen ileri de bir orman görevlisine rastlıyoruz. Sonra bakıyorumki bir Avcı’nın silahına el koymuş, tutanak yazıyor. Tek başına ormancı, muhtemelen yasak kuş avlayan avcıyı tutmuş, tutanak yazıyor. Kaç ilçeden sorumlu olduğunu soruyorum, “17” yanıtını veriyor. Ormanlarımızı emanet ettiğimiz Orman memurlarının maalesef bölgeleri öyle genişki, buraları kontrol altına almaları çok zor. Yardımcı olacağımız bir şey var mı diye sorduktan sonra yanından ayrılıyoruz.


Sofça Köyü ve Porsuk barajından ayrıldıktan sonra Kütahya’ya kadar gidiyoruz. Bu kadar gelip Kütahya’dan porselen almadan gitmek olmaz diyip, bir kaç parça Kütahya Porselen alıp Eskişehir’e geri dönüyoruz. Eskişehir civarı keşif gezimiz oldukça verimli geçti. Frig mağaraları kesin ziyaret edilmesi gerekir diyerek, gezi listemize ekliyoruz.

Sünnet Gölü’nde Kış

0

Bazı yerler vardır ki haritada uzak gelir. Ana yollardan uzakta olduğu için oradan hiç bir yere gitmeyi düşünmeyiz. Hedefe ulaşmak için hep ana yolu takip eder, diğer alternatifleri denemezi bu yüzden de güzellikleri kaçırırız. Hep acelemiz vardır, hep yol düzgün olsun, hep hızlı varalım isteriz. Ama diğer yolda pek çok güzellikde bu amaçlarla birlikte kaçıp gider.

İstanbul’dan Ankara’ ya karayolu olarak kaç şekilde gidilebilir? Ben kolaylıkla altı yol sayabiliyorum. Bunlardan biride Akyazı üzerinden olanı. Hani olurda İstanbul-Ankara otoyolunu kullanmak yerine hiç olmayan zamandan feda edilirse bu güzel yolu almak gerek. Tabi sadece yolu değil, yolun çevresinde bulunan Sülüklügöl, Çiğdem Yaylası, Dokurcun, Sünnet gölü gibi tabiat harikalarını görmek gerekir. Pek sıklıkla kullanılmayan bu yol üzerinde yol üstü restaurantlarda umulmadık güzellikte yemeklerin yanında hikayeleri olan insanlar, sohbetlerini ve dostluklarını da paylaşırlar.

İstanbul yönünden gelirlen TEM veya E5’den Akyazı istikametine sapmanız yeterli. Sonra doğrudan yolu takip ederseniz Köroğlu dağlarının arkasına doğru seyahatiniz başlar. Bu bölgede bulunan Sünnet gölü ise özellikle kış ve ilkbahar ayında ziyaret edilmesi gereken bu yörenin güzel bölgelerinden. Akyazı-Nallıhan yolundan Göynük sapağından 16 KM sonra Sünnet gölüne varılıyor. Bu yolun 4 KM bölümü bu aylarda kar kaplı ve zeminde buzlanma var.

Gezi Künyemiz:
Tarih:
10.Ocak.2009
İstanbul-Sünnet Gölü: 254 KM
Süre: 3:15 Dakika
Rakım: 1053 metre

Göle ulşamak için alınan 4 KM’lik yol bu mevsimde buz altında. 4×4 araç veya zincirle girmekte fayda var. Suzuki’mizi 4×4’e alarak bu yolda zincirsiz gayet konforlu yol aldım.

Yolda akan dere ve çam ağaçlarını görünce duruyor bir kaç kare fotoğraf alıyoruz. Yol kısa olunca çabuk bitiyor ve Sünnet gölü çevresinde ki tek otel olan Sünnet Gölü Doğal Yaşam Otel’ine geliyoruz. Otel personelinin gülümser ve ilgili ama sıkmayan samimi davranışı hemen içimizi ısıtıyor. Otelimize yerleşiyoruz. Göl manzaralı iki odadan biri rezerve diğeri de küçük olunca dağ ve doğa manzaralı olanı tercih edip yerleşiyoruz. 10 sene önce burayı Milli Park’lardan kiralayan Mudurnu Tavuk’un kurucusu Uğur Türesin kiralıyor. Çevreyi düzenleyip, oteli işletmeye başlıyor. 2008 yılında 10 senelik kontrat bitince uyuşturucu mafyasına rağmen, biraz da şanşla tekrar kiralayabiliyor. İşletme büyük özenle bölgeye turist çekmeye devam ediyor.

Mudurnu Tavukçuluğu ilk ziyaretim 1998-1999 yıllarındaydı. Akyazı yolunla ilk tanışmam bu yolculukla olmuştu. Sonrada Nallıhan üzerinden Eskişehir’e geçmiştim. Mudurnu Tavukçuluğun o yıllardaki modern tesisi hakkında bilgi alırken şaşkınlığımı gizleyememiştim. Tesis öyle otomotize olmuş ve temizdi ki inanmak zor geliyordu. Uğur Türesin adını da ilk o zamanlar duymuştum. Bu gezimizde de tesadüfen otelde Uğur Türesin ile tanışabildik. Tabi yine Biblo sayesinde.

Otele vardığımızda öyle yol yorgunluğu falan çekmiyoruz. Çünkü İstanbul’dan buraya olan mesafe sadece 3 saat. TEM’den sonra yol çok düzgün ve keyifli olduğu için nasıl geldiğimizi bile anlamadık. İlk işimiz odamıza eşyalarımızı yerleştirmek. İşte odamızın dağ manzarası;Eşyalarımız bırakıp, hemen kendimizi dışarı atıyoruz. Biblo ortamı seviyor, hatta o kadar neşeliki dışarı çıkmak için baskı yapıyor. Biblo ile yürüyüş başlıyor.
Göl tamamen donmuş durumda. Göl’ün üzerinde ayak izlerini görüyoruz ama bugün havanın ısınmasını göz önünde bulundurarak bu riske girmiyoruz.
Nuray benim monopod’u baton yapmış yürüyor. Hem çevreyi gözlemliyor hemde tempo tutarak yürüyor.

Yaptığımız yürüyüş yaklaşık 3 KM. Kar etrafı öyle tertemiz yapıyorki. Güneş tepede bir yanda ısıtırken, bir yanda kardan yansıyan ışık her tarafı ışıl ışıl yapıyor. Doğa bu haldeyken başka güzel. Başka hiç bir zaman bu kadar sessizlik olamıyor. Karla örtülen doğada herkes ve herşey uykuda. Ne yaprakların hışırtısını, ne de böceklerin,kuşların sesi var etrafda. Sadece ayak seslerimiz. O da durunca yok.. Yürüyüşümüz gölün bitimindeki eve kadar yapıyoruz. Karnımız acıkınca ve gölgeler uzamaya başlayınca yavaş yavaş dönüyoruz.


Dönüş yolunda buzlu Sünnet gölü kıyısındaki otelimiz. Sünnet gölü’nün adını nereden geldiğini soruyoruz otel personeline. Bu yöreden olan otel personeli anlatıyor hikayeyi. Çoban sürüsünü otlatmak için köyünden ayrılıp gölün kıyısından geçip gider. Çoban sürüsünü otlatırken gölün sularını boşalttığı derenin başı, gölün sonu olan vadi bölümüne heyelan olur ve gölün bitimi kapanır. Çoban geri köye giderken gölün vadi sonundaki bölgesine heyelan düştüğünü görünce “Göl Sünnet olmuş” der. O gün bugünde Sünnet gölü olarak anılmış. Göl’ün hemen ilerisinde Sünnet Köy’ü de buradan adını almış.
Akşam üstü olmaya başlayınca yemlenmeye çıkan geyikleri görebilirim diye göl kıyısına iniyorum. Göl’ün kıyı güneşin iyice gözden kaybolması ile soğuk oluyor. Soğunla birlikte sessizlik ve her şeyi bembeyaz yapan kar ruhumu öyle dinlendiryorki oradan ayrılmak istemiyorum. Bir yandan da hazır Biblo yokken otelin köpeklerini sevebiliyorum. Köpeklerin tamamı karı çok seviyor. Hatta otel personeli köpeklerin kışın çok daha mutlu olduklarını söylüyor. Bana kalırsa her yönden çok şanşlılar. Kışı seviyorlar, otel personeli sürekli besliyor, yazın ise 1053 metre yükseklikte hiçte fena olmayan serin bir ortamda yaşıyorlar.

Akşamleyin yapılan enfes güzel yemek sonunda sabahın erken saatlerinde Biblo’nun “Hemen Kalk” yalaması ile uyanıyorum. Saat tabi ki 07:15.. Biblo’nun kolunda saat olsa bu kadar dakik olamaz. Ama Biblo’nun saati geziyorsak veya geziye çıkacaksak 07:15…

Kahvaltı yapmadan bir gün önce gidemediğimiz gölün diğer yakasında yürüyüşe başlıyoruz. Otelin köpekleri de peşimizden bizi takip ediyorlar. Zaman zaman Biblo ile aralarını açmak için müdahale ediyorum. Tahta Köprüye kadar olan yürüyüşümüz sona eriyor ve geri dönüp kahvaltımızı yapıyoruz. Enerjimizi depoladıktan sonra yarım ada şeklinde gölü içine giren tepeye tırmanıp, 4.5 KM uzunlukta olan göl’ün çevresini döneceğiz.

Otelin Baba-oğul avcı köpekleri eşliğinde yürüyüşümüz başlıyor. Henüz ayak basılmamış yola doğru giderken köprüden geçiyoruz. Bir yandan yavaş yavaş yağan kar ortamı daha yumuşatıyor ve güzelleştiriyor.

Tepeye tırmanış umduğumdan kolay oluyor. Geceleyin olan don kar tabakasını sertleştirince her ayak basışımla doğal bir kar merdiveni oluşturuyorum. Dik yamacı tırmanırken bu işimizi kolaylaştırıyor.

Sonrasında ilk ayak izi oluşturacağımız yola sapıyoruz.


Tepeyi çıkıp, gölün çevresinde 4.5 KM yürüyünce oldukça sıcaklıyoruz. Bugün Pazar ve İstanbul’a dönmek zor geliyor. Ancak saat 14:00 civarında yola çıkıyoruz. Kar yağınca dönüş yolumuzu Göynük-Taraklı üzerinden yapamıyor ve yine geldiğimiz yol olan Akyazı yolunu tercih ediyoruz.

Öğlen yemeğini yolda yeriz diye çıkıyoruz ancak yağan kar yolda tutunca umduğumuzdan daha uzun sürüyor yolculuğumuz. Şerefi’ye kasabasına gelince “Hanım’ın Yeri” adındaki yol kenarındaki restaurantta duruyoruz. Hani önce çok ümitli değilim. Güzel olsun karnım doysun modunda giriyorum. Hemen bizi tek çoçuklu bir aile karşılıyor. Allah allah diyorum içimden, çünkü yöre halkına da benzemiyorlar. Sonra Kdz.Ereğli’den gelen Hamsi’den bize hamsi tava yapıyorlar.

Bu arada ailenin İzmir’den gelip buraya yerleştiğini, Ahmet Bey’in Trabzon’lu olduğunu ve buraya taşınmayı bizim gibi gezmeye geldiklerinde karar verdiklerini anlatıyorlar. Bize Ege’nin zeytinyağı, Karadeniz’in Hamsi’si ile hazırladıkları Hamsi Tava enfesti. Yediğim en iyi Hamsi tavalardandı. “Hanım’ın Yeri” restaurant o bölgede balık yemek için en iyi alternatif gibi görünüyor.

Sıcak çaylarımızı da yudumladıktan sonra yola koyularak İstanbul’a evimize geri döndük. İstanbul’a yaklaşık 240 KM uzaklıkta olan sünnet gölü’ne çok rahat bir şekilde 2.5-3 saatte erişmek mümkün. Günü birlik gezi yerine en azından bir akşam otelde kalmak geziyi çok farklılaştırıyor. Otel fiyatları ise oldukça uygun. Buranın keyfini çıkartmak için mutlaka bir akşam kalmak gerekiyor.. Otel hakkında detaylı bilgiye http://www.sunnetgolu.com/ adresinden erişilebiliniyor

Popüler İçerikler

Rastgele Yazılar