Anasayfa Blog Sayfa 2

Tarihi Yaşatan Kasabalar

0

Tarihi yıpratan betorme yapılar her yerimizi kapladı. Yüzlerce köyü gezdik bu güne kadar. Aynı tarzdaki betonerme yapıların hep bu köylerin karakterini kaybettirdiğini savunduk. Hatta yerleşim alanın çok geniş olduğu pek çok köydeki çok katlı yapıları anlayamadık ve köyün karakterine verdiği zararı düşündük. Betonerme yapılara karşı değiliz elbette. Sadece yörenin karekteri dışında şehirleştirilme özentisi ile yapılmış yapıların çirkinliği gözden kaçmıyor. Maalesef bu yapılar  daha ekonomik olduğundan değil tamamen şehir özentisi ile yapılıyor.

Bazı kasaba ve köylerde ise zaman neredeyse durmuş durumda. Buralarda halen ahşap evler, kerpiç evler varlıklarını sürdükmekle kalmayıp yenileri de aynı şekilde yapılmaya devam etmektedir. Taraklı ve Göynük kasabaları da bunlardan. Anadolu’da nicesi bulunan bu köylerden İstanbul ve Ankara’ya yakınlardan biri bu iki kasaba.

Gezi Künyesi:

Yer: Taraklı
KM: 230 Km
Süre: 2.5-3 Saat

İlk ziyaretimizi 2007 yılında yaptığımız bu bölgeyi yaylalardan geçerek yol almıştık.Köroğlu Dağları üzerinden beş yayla geçerek Taraklı’dan  Göynük’e varmıştık. Biblo bu gezi de bol bol yayla gezisi yapmıştı.

Taraklı son gördüğümüzden bu yana çok değişmiş. TTNet’in bunda etkisi de sanırım oldukça fazla. TTNET’in reklamlardaki Mümkünlü Kasabası aslında Taraklı. Pek çok ev restore edilmiş, hatta caddeler restore edilmeye başlanmış. 800 yıllık geçmişe sahip kasaba yeniden dirilmiş durumda.

Taraklı’ya giderseniz pazarına uğramadan gitmeyin. Özellikle üzün zamanındayasız üzümünü mutlaka alınız. 2007 yazındaki ziyaretimizde bağda dalından üzümleri toplamıştık.

Taraklı evleri de aynen çok bilenen Safranbolu evleri gibi Osmanlı tarzını devam ettiyor.

Taraklı’da Turizm geliştikçe sokaklar restore ediliyor ve turizme kazandırılıyor. Henüz yanı açılan ve restore edilen bir sokağın başında Nuray geleneksel buzdolabı magnetini arıyor. Her gittiğimiz turistik yerde  buzdolabı magneti alıyoruz. Buzdolabımız üzerinde bu yüzden 15 seneden bu yana biriktirdiğimiz onlarca magnet bulunuyor.

Gezmekten karnımız açıkında Pamuk Lokantasına giriyoruz. Hani öyle yöresel bir yemeği yok ama Anadolu kasabasının gerçek lokanta ortamını yaşatıyor. İçeride turistler değil gerçek esnaf ve çevre köylerden kasabaya gelen kişiler bulunuyor. Fiyatlarda bu yüzden son derece ekonomik.

Reklamlarla ünlenen Mümkünlü’nün Mümkünlü Bakkal’ı:

Taraklı’dan diğer karelerimiz:

Taraklı’dan ayrılıp Göynük’e doğru yola çıkıyoruz. Yol da giderken çevreyi seyretmek bir o kadar keyifli. Henüz bahar gelmediği için doğanın renk çoşkusundan yoksunuz. Mayıs ayında buralardaki yeşili görmek gerek. Ancak bu yol çok da uzun sürmüyor. 28 Km’lik yol yaklaşık 30 dakika civarında..

Göynük’ten sonra Mudurnu ‘da oldukça yakın. Mudurnu Abant Gölü arasındaki mesafede oldukça az. Anlayacağınız bu bölgeye ilk kez geliyorsanız 3 veya 4 gün ayırmak isabet olacaktır. Traaklı, Göynük ve Mudurnu görülmesi gereken yerleşim yerleri. Diğer bir yandanda Abant, Çubuk, Sünnet, Sülüklügöl bölgeyi göller bölgesine çeviriyor. Diğer bir yandan defalarca geçtiğimiz Nallıhan istimaketinden Eskişehir ise gerek yeryüzü gerek doğası ile pek çok şeye tanık olabiliyorsunuz.

Göynük’ün harita görünümü:

Uzaklık (İstanbul) : 217 KM

Uzaklık (Ankara) : 210 KM – Beypazarı yönünden

Göynük derin bir vadide yer alıyor. Göynük’e İstanbul yönünden gelişte dağlık bir alan karşılıyor. Bu renksiz görüntüye kanmayıp kasabaya girince işin rengi değişiyor. Göynük’e yaşam Göynük çayı ile geliyor. Ortam aynen eski Anadolu kasabalarında olduğu gibi. Yaşanan eski tarz evler bizleri mutlu ediyor. Halen bu evlerde yaşanması ve korunması ortamı güzelleştiriyor. Son derece dağlık bölgede kurulu Göynük evleri halen eski yapılarını koruyorlar.

Göynük bölgesinin tarihçesi son derece eskilere dayanıyor. Friglere ait kalıntılara sahip bölge Friglerin Kuzey sınırındaki  koruma noktası olmuştur. 1323 yılında ise Osmanlı topraklarına katılmış. Kasaba bugün halen kullanımda olan Cami ve Hamam’larla tarihi güzelliklerini de sergiliyor. Cami Orhan Gazi oğlu Gazi Süleyman Paşa tarafından 1331-1335 yıllarında yaptırılıyor. Gazi Süleyman Paşa yaptırılan cami ahşap yapıda. 1875 yılıda sel baskınında yıkılan caminin bugünkü halini II.Abdulhamit sayesinde alıyor.

Göynük’de Akşemsettin Hz. turbesinin yanındaki parkın yanında duruyoruz ve Göynük içindeki gezimiz başlıyor.

Gazi Süleyman Paşa Camisi:

Halen kullanılan Gazi Süleyman Paşa tarihi hamamı:

Akşemsettin Hz.’leri Fatih Sultan Mehmed’in hocası olarak tanınır. Fatih Sultan Mehmed’in hocalığını yaptıktan sonrada padişahlık zamanında da yanında kalmış. Akşemttin Hz. hekim ve bilgin olarak bilinmektedir.İstanbul’un fethinden sonra Göynük’e geri dönmüştür. Mikrop’u ilk tanımlayan kişi olarak biliyor.

Bu bilgileri internettende öğrenebileceğiniz gibi hemen parkda bulunan gençlerde detaylı olarak anlatıyor. Hem de bu şekilde cep harçlıklarını çıkartıyorlar. İşte o gençler:

 

İlçe’nin  göze çarpan diğer bir tarih anıtı ise Zafer Kulesi. Kurtuluş Savaşı sonrasında zaferi gelecek nesillere anımsatmak için Kaymakam Hurşit Bey öncülüğünde Göynük halkı tarafından1923-1924 yıllarında yapılıyor.

Şehiriçinde görüntüler:

Hükümet konağı:

Çevreyi gezerken çokda aç değiliz ama karşılaştığımız yöresel lokanta Paşazade Göynük Sofrası ilgimizi çekiyor ve içeri giriyoruz.

Göynük’e gelirseniz iki yemeği deneyin: Tarhana çorbası ve Keşli Mantısı. Ne kadar bolu bölgesine mal edilmiş olsada Keş peynirine Karadeniz’de kadar rastlamak mümkündür. Peki Keş nedir? Keş, yoğurdun bol tuzlanarak süzülerek ve sonrasına güneşte kurulatarak elde edilir. Ne kadar peynir denilse de yoğurt kurusu olarak geçer. Çok sert olan Keş rendenelerek kullanılır.

Paşazade’de yediğimiz  yemekler enfesti. İşte yemeklerden kareler. Mutlaka varsa çömlekde pişirilmiş yaprak sarmasını deneyiniz.

 

Konaklama yeri henüz bulmadığımızdan köprünün hemen başındaki ilan ilgimi çekiyor. Doğa Otel Göynük‘ü hemen arıyorum. Mudurnu yolu üzerinden bulunan otel Yerimizi ayırtıp Doğa Otel Göynük’e doğru yol alıyoruz. Doğa Otel çalışanları son derece  güler yüzlü. Otel temiz ve yemekleri fena değil. Fiyat performans olarak oldukça iyi.

 

 

Akıntıdaki Kule

0

Zaman zaman İstanbul’da kalıyor ve İstanbul’u gezdiğimizde oluyor. Bunları yayınlamıyorduk. Neden mi ? Birinci sebep Biblo’nun bu gezilere katılamaması. Bir kısım zamanda evde veya uzun zamanlar değilse araçta bekliyor oluyor. Kızkulesi’nin tarihini ve özelliklerini burada anlatmak yersiz. Ama Kızkulesini görmeli, çevreye buradan bakmalı ve tarihini soluklanmak gerek. Kızkulesi bende duygusal bir etki bıraktı. Ne bir şaşkınlık ne de bir hayranlık…

Belirli saatlerde kalkan tekneyle Kızkulesine erişiliyor. Hani istediğiniz zamanda değil. Kızkulesine gelecek ve onu ziyaret edeceksiniz onun kurallarına uyuyorsunuz. Boğaz akıntısı burada çok güçlü. Sığlaşan yüzey akıntısı Karadeniz’den Marmara’ya büyük hızla akıyor. Teknenin seyride bu akıntıya göre yapılıyor. Özellikle tekne kıyıya yanaşırken akıntının gücünü teknenin ilerleme şeklinden daha iyi anlayabiliyorsunuz. Boğaz akıntısının gücünü belkide en iyi görebileceğiniz yerlerden birisi belki de…

Kızkulesi ziyaretini işletmeye gidip orada yiyeceğiniz yiyecek ve içeceklerle değerlendirmeyin. Kızkulesi bana göre tarihi bir mekan. Beklentileri bu şekilde değerlendirmekde fayda var.

İşte Kız Kulesi fotoğraflarımız:

Arada sırada salonda “Macunnn” diye bağıran birisi görünce yadırgayın. O macuncu o tarihi mekana ayrı bir renk katıyor. Neredeyse tüm ömrünü macun satarak sağlamış macuncu amcadan macun almadan geçmeyin. Macuncu amca 76 yaşı ile İstanbul’un unutulmaz renklerinden biri.. Öyle de kalacak..

 

Diz boyu karda gülüşmeler

0

Sonbahar’da ağaçlar da son yapraklarını dökdükten bulutlarında etkisi ile doğa çırıpçıplak kalır. Karın yağması ile doğa farklı bir elbisesini giyer. Neşe ve canlılık giysisini çıkarmış, temizliği simgeleyen beyaz elbisesini giymiştir. Doğa’yı bir dişi güzelliğine benzetirim. Doğa Ana’nın beyaz giysisini görmeye, karlı dağlarda yürümeye gidiyoruz.

Kastamonu’da doğa ana yılbaşından üç-dört gün önce  bu beyaz giysisini giymiş durumda. Geçen senelerde olduğu gibi yılbaşımızı yine Kastamonu Pınarbaşında’da geçireceğiz. Mağaracı grubumuz ile defalarca konakladığımız Paşa Konağı’nda kalacağız yine. Yine karda yürüyeceğiz ve çok eğleneceğiz.

Paşa konağını ziyaretçilerinin büyük kısmı Cuma akşamında geliyor. Dışarı çok soğuk. Araçlarda -4 değerini okuyoruz. Büyük salonda gürleyen ateş arasında şöminedeki büyük kütük yanmaya çalışıyor. Yine Ali Yamaç’ın gür sesi ve kahkalar yankılanıyor bu duvarlarda…

Sabah olduğunda ise karlı dağlar geçit verirse Buzluk Mağarasına yürüyeceğiz. Önce kuvvetli bir kahvaltı yapıyoruz.

Biblo bu yürüyüşe gelemeyecek. Hem kar boyu hem de 4 veya 5 saat süreceğini düşündüğümüz gezi Biblo için zor olur. Bu yüzden sobası yanan odamızda sıcakda bizleri bekleyecek.

Sonrasında yola çıkıyoruz.

Köy’de aracımızı bıraktıktan sonra Buzluk Mağarasına doğru yürüyüşe geçiyoruz. Köy’de kar bize güzel manzalar sunuyor.

İlk kısımdaki tırmanış karla birlikte yoruyor. Halbuki burayı kuru zamanda çok kolay almıştık.

GPS’imizden izleyerek mağarayı kolaylıkla buluyoruz. Buzluk Mağarasına son geldiğimizde adını aldığı buzluk etkileyiciliğini görmüştük. 2008 Mayıs ayında Sami’nin çektiği karelerden..:

Bugün ise vardığımızda henüz karların erimesi başlamadığından buzullar oluşmaya başlamamıştı. Mağara’nın girişi. Mağara oldukça büyük. Sarkıt ve dikitler açısında sonra derece zengin.

Mağara içinden kareler. Karede görünen tavanın yüksekliği yaklaşık 20 metre..

Mağardaki ziyaretimizi tamamlayıp geri dönüş yolculuğuna başlıyoruz. Toplam bu yolculuğumuz 4 saat kadar sürüyor. Yol sırasında dağların kardaki sessizliği bozup bol bol gülüyoruz. Buzluk mağarasına bir daha ne zaman gelebiliriz ama buzdan sarkıtları ile büyüleyici mağaralardan biri.. Turizm’e açılmaması ve bu şekilde kalması dileğiyle.. Sadece bilinçli mağaracıların burayı ziyaret etmesini diliyorum.

Dönüşümüzde azda olsa güneş kendini gösteriyor.

Konağa vardığımızda Biblo bir name yaktı. Onu avuttuktan sonra yılbaşı hazırlıklarına başladık ve büyük özenle soframızı kurduk. Soframız her zamanki gibi ekibin hazırladığı yiyeceklerle donattık.

Aşağıdaki karede en ortada olarak sonunda kendi kendimi çekmeyi başarıyorum:

Ertesi sabah ilk uyanan aslında Ali ile ikimiz oluyoruz. Sabah’ın beşinde çalan telefonun alarmı (elbette benimki) yukarıdaki odalardan bizi kaldırıyor. Ali’yi görünce henüz gözlerini açmamışken bir kaç adımla onun önüne geçip salona ondan önce varıp cep telefonu alarmını kapatıyorum. Ali Yamaç bunu ilk kez yaşamıyor. Sonuncusu Amasra’da kamp alanında olmuş ve 1 saat boyunca çalan telefonum yüzünden uyuyamamıştı.

Bu olaydan sonra ilk uyananlar Biblo ile ikimiz oluyoruz ve çevrede geziye çıkıyoruz. 2011’in ik gününün ilk karelerini çekiyoruz.

Pınarbaşı’dan doğan derenin ilk metreleri..

2011 ilk gününden Pınarbaşı Paşa Konağı:

Kahvaltı ertesi çevrede gezindikten sonra Safranbolu ziyareti ve sonrasında İstanbul’a geri dönüyoruz.

Kazdağlarının bereketi

1

Edremit körfezi, Kazdağları, Çanakkale..Bu bölge en sevdiğimiz bölgelerden biri. O yüzden ne gelmeye doyuyoruz ne de söz etmeye…Kazdağları bereketini bolsu kaynaklarıyla dağıtırken, Ege Deniz’inin en berrak sularını burada görebilmek mümkün. Her mevsim ayrı güzelliklere sahip olan Kazdağlarının büyüleyici etkisini altına girmek çok kolay. Etkisinden kurtulmak ise çok kolay değil. Hani bu bölgeye gelirseniz geride bir şeyler bırakın yoksa bu büyüden kurtulmak kolay olmuyor.

Homeros’un dediği gibi “İda Dağı” “Bin pınarlı,   hayvanı ve bitkisi bol olan yer”dir. Kazdağlarının berrak dereleri Edremit körfezini besler. Bu berrak derelerin  billur parlaklığı denize de yansır. Deniz’in berraklığı ve bereketliliği büyüleyicidir. Zaman zaman denizi izlerken derinliği fark edemez haline gelirsiniz.

Bayram tatilinden faydalanarak bu bölgeye karar veriyoruz. Otelimizi deniz kenarında şeçiyoruz. Gündüzleri kısmen çalışıp, kısmen okuyup kısmen gezmeyi planlıyoruz. Biblo yolculuğun gündüz boyunca tüm yolu seyretti. Gezmeyi bizlerden daha çok özlüyor. Geziden bir akşam öncesi hazırlığı görüp heyecanlanan Biblo’yu uyutmak çok kolay olmuyor. Bazen diğer eşyalarla kapıya koyduğumuz yatağına yatıyor ve sabahı orada bekliyor.

Otelimiz Küçükkuyu ile Assos arasında yer alıyor. Kaldığımız otel Assos Dedeoğlu. Büyük bir alana yayılmış otel oldukça sakin. Otel odamız fena değil ve ısınma rahat. Otel’in restaurant tarafının denize sıfır olması tam da bizim istediğimizi karşılıyor. Normalde mevsim dışında olduğu dışarıda masa yok. Ancak açık havayı hepimiz (yağmur yağsa bile) seviyoruz. Ricamız üzerine iki masayı bizi kırmadan dışarı alıyorlar. Personel oldukça ilgili. Akşam yemeğinde olan Kılıç balığı ve barbunlar ikramları oldukça iyiydi.

Otelden kareler:

Otelin bahçesindeki zeytinler olgunlaşmış. Olgunlaşan bir kısım zeytin yerlerde..

Ege Deniz’nin manzarasında usul usul esen rüzgar kulaklarımıza fısıldıyor ve temiz Kazdağları’nın bol oksijenli havasını çiğerlerimize dolduruyoruz.

Akşam üstü.. Yağmur çiseliyor…evreyi gezmekten yeni gelmiştikki balkondan gördüğümüz manzara bizi oldukça etkiliyor. Bulutlar arasında kalan batmakta güneşin sıcak ışığı ve yağmurda çıkan gökkuşağı büyüleyici bir manzarayı karşımıza getirdi.

Otelde bulunduğumuz zaman içinde Biblo bahçenin keyfini fazlası ile çıkartıyor.

Otel’in kıyısında zaman zaman ayaklarımızı denize sokuyoruz. Bir akşam üstü kıyıdan bu şekilde gezinirken bir ahtapot ile karşılatık. Önceleri ürkek davranan ahtapot bacaklarını aştığından yaklaşık 70 cm civarını buluyordu. Meraklı ahtapot zaman zaman ayaklarımıza kadar geldi. Bir keresinde neredeyse karaya kadar gelip benim elimi bile sardı. İşte ahtapot’umuzdan kareler:

Çevreyi gezmeyi ihmal etmiyoruz. Adatepe’yi ziyaret etmeden, kahvehanelerine uğramadan Assos’u terk etmek olmaz. Adatepe’den manzaralar:

Adatepe’de Hurmalı Kahve. Adını bahçesinde bulunan hurma ağacından alıyor. Bu mevsimde giderseniz hurmaları kilo ile satıyorlar. İçerisi normal bir kahvehane. Bu samimi havanın bozulmadan kalmış olması etkileyici.

Dut dibi kahvesi hemen meydanda bulunuyor.

Köylerdeki evlerin tamamı taşdan yapılmış durumda. Taşlar bu bölgeden çıkan andezit taşı. Volkanik yapıdaki bölgeden çıkartılan taşlar sadece evlere değil pek çok yerde kullanılmış. Zamanın arnavut taş ustaları tarafından yapılan pek çok ev halen ayakta duruyor. Neredeyse bütün evler iki katlı ve avlu içinde yer alıyorlar. Bu güzel mimari korunarak aynen devam ettiriliyor. Adatepe’den bir kare:

Adatepe’de sokak aralarında yürüyken şarap evleri ve önlerinde müzeleşmiş alanlar görmek mümkün.

Küçük pencereli evler çift kanatlı. Sert geçen kışta soğuktan korumaya yardımcı oluyorlar. Bugün restore edilen evlerde ise birer dekorasyon unsuru olarak yerini almış durumda.

Adatepe girişinde bulunan Zeus Altarını ziyaret ediyoruz. Zeus Altarı’na 800 metrelikbir yolu izleyerek ulaşabiliniyor. Oldukça keyifli bu yolu almak son derece kolay. Zeus için kurbanların kesildiği bu yerden Edremit körfezini büyük keyifle izleyebilir, Kazdağları eteklerini kaplayan ve Ege Denizine uzanan zeytin bahçeleri görebilirsiniz. Bu yerin Zeus ‘un Altarı oldupuna dair aslında somut bir kanıt bulunamamış. Truva’yı gün ışığına çıkaran Alman Heinrick Schileman ve arkeolog Judeick tarafından Zeus Altarı (Sunağı) olarak tanımlanmıştır.

 

Adatepe’de bulunan Zeytinyağı müzesine uğrayıp bir yeni bir de eski mahsül zeytinyağı almak şart. Buraya gelmişken Zeytinyağı müzesini gezmek ayrı bir keyif. Müze içinde bulunan Dr.Atıf Atilla’nın büyük ustalıkla yaptığı ahşap maketler görülmeye değer.Bu arada gezilen fabrika bugün halen çalışmakta ve satılan zeytinyağları burada üretilmekte.

Çevreyi gezerken Sokakağzı’na (Koyunevi Köyü) gitmeyi ihmal etmiyoruz. Sütlüce koyunda yer alan Sokakağzı’nın tam karşısında yer alan Midilli dikkat çekiyor. Sanki atlayıp yüzmeye başlasanız bir için oradasınız. Sokakağzı’da yağmura yakalanıyoruz. Sokakağzından ilerleyince koyun ucunda bulunan Sivrice Burnu’na erişiyoruz.

Bu arada elbette Assos’a uğrayıp ünlü dondurmalı waffel ve türk kahvesi içmeyi unutmuyoruz. Bademli ve Damlasakızlı Türk Kahvesini tepeye çıkarken solda yer alan kahvede içmenizi tavsiye ederim.

Bir ara bulutlar bize oyun oynuyor ve Kazdağlarının eteğindeyken enfes bir manzara veriyor.

İki gün sonra bizlere Nuriye ve Fahri ve yeğenler katılıyor. Kahvaltı keyfimiz:

Hani olurda sonbahar aylarında yolunuz buraya düşerse mandalina bahçelerinden henüz toplanmış mandalin’lerin tadına bakmadan geçmeyin. Küçükkuyu- Assos yolu üzerinde bahçelerden taze toplanış mandalin’lerden kilolarca tüketiyoruz.

Her keyifli gezi gibi bu gezide sona eriyor ve zorda olsa Kazdağlar’nın büyüsünden ayrılıyoruz. Dönüş yolumuz üzerinden bal almadan gemiyoruz. Özellikle bu bölgedeki narenciye balı’nı almadan geçmiyoruz.

 

Taşdelen Ormanı

0

Doğaya kaçış için kimi zaman çok da uzaklara gitmeye gerek yok.  İstanbul kendi içinde ormanları barındırsa da uzaklaşmadıkça kendimi tam olarak doğa içinde sayamıyorum. Bunun bir kaç sebebi var. Hava halen İstanbul havası. Gürültüden uzaklaşmak çok da kolay değil. İnsan yoğunluğu halen devam ediyor.

Evimiz Taşdelen’de. Hemen yanıbaşımız Taşdelen ormanları. Bu ormanlar Beykoz ‘a doğru ilerliyor ve Polonezköy’e kadar uzanıyor. Kayın ve meşe ormanlı bu alanda biraz yoldan ayrılıp yangın yollarında gezmek ise oldukça keyifli oluyor. Bu bölgeyi Biblo ile beraber neredeyse karış karış gezdik. Harika yerler vardır. Kışın ve yazın farklı güzellikler sergilesede insanın kirli izlerini zaman zaman görmek bizleri buralardan uzaklaştırdı. Yine de kimi zaman buraları ziyaret ediyoruz.

İşte hemen evimizin yanıbaşındaki Taşdelen ormanından kareler. Taşdelen ormanında devam edilirse Polonezköy yoluna çıkılır. Bu yollara zaman zaman yürüyerek zaman zaman motosikletle defalarca gelmiştik. Her mevsimde ayrı güzelliğe sahiptir. Bu şekilde daha fazla kirlenmemesini diliyoruz.

 

Kalan Son Yeldeğirmeni

0

Balıkesir civarına merakımız devam ediyor. İlkbahar’da Balıkkesir güneyinde yaptıımız keşifler epey ilgimizi çekti. Bu sefer ilgimizi Balıkkesir kuzeyinde bulunan ve fay hattı doğrultusunda bulunan Ilıca’ya yöneltiyoruz. Harita’dan belirliyoruz yine gideceğimiz yeri..

Balıkkesir hemen girişinde Ilıca’ya doğru Kuzey’e doğru ilerliyoruz. Yol boyunca ekim yapılmayan tarım arazilerini geçiyoruz. Belliki bu araziler zamanında ekilmiş biçilmiş. Muhtemelen yeterli insan kaynağı olmamasında bu araziler ekilip biçilemiyor. Herkesin yüksek standart arayış çabasında kaos’u da burada görebilmek mümkün. Daha iyi şartlar köy yerini terk eden gençler arkalarında ekilemeyen binlerce dönüm araziyi bırakıyorlar. Şehirde ise kirada oturulan ve emekliliğe kadar çalışılan başka bir hayatı tercih ediyorlar. Hangisi daha iyi söylemek zor.

Çorak topraklardan sonra kısa süre sonra Ilıca kasabasda yer alan otelimize erişiyoruz. Otel klasik kasaba oteli görünümünde. Ancak sıcak bir ilgi ile karşılanıyoruz. Otel’in termal havuzu ise oldukça sıcak. 20 dakikadan daha fazla kalmaya dayanamıyorum. Sıcağı sevenler için bulunmaz bir kaynak. Pek çok ziyaretçi şifa bulmak için buraya geliyor. Kimileri 10-15 günden bu yana burada. O bölgede tek kalınabilecek otele buradaki linkden erişebilirsiniz. Otel temiz ancak konfor ve damak tadı arıyorsanız bu otel sizi memnun etmeyebilir. Zaten amaçta termal kaynaklardan şifa elde etmek..Otel bilgilerine buradan erişebilirsiniz. : http://www.simaltermal.com

Otelimiz:

Otel çevresinden:

Termal kaynakda yüzen kazlar:

Otelde bir akşam kalıp ertesi gün yola koyulduk. Çevrede bulunan Ilıca Göletini görmeye gittik. Burada unutulmaz  seyirlerimizden birini yaptık. Gölette bulunan balıkların sivri sinekleri nasıl avladıklarını izledik. Su sıçratarak sinek avlayan balıkları gördük. Su yüzeyine yakın yüzen bu balıklar , suya yakın havada olan böcekleri avlıyorlar.  Ilıca göletinden manzara:

Göletin çevresindeki kuş çeşitliliğe de oldukça fazla.

Ilıca yolundan görüntüler:

Şamlı civarında yolumuza çıkan maden levhası ilgimizi çekiyor ve direksiyonumuzu madene doğru kırıyoruz. Geldiğimiz maden demir madeniz. Maden’nin şefine kendimizi tanıyoruz. Madeniz gezerken bilgi alıyor ve evimizdeki koleksiyonumuza eklemek için demive bakır maden örneği alıyoruz. Demir madeninin nasıl çıkartıldığı, nasıl ayrıştıldığını konusunda bilgi alıyoruz.

Madenden görüntüler:

Sonrasında bu bölgede kalan tek yeldeğirmenine doğru yol alıyoruz. Yolumuzda Anadolu’da topraklarında yabani armut olarak bilinen ahlat meyvesi karşımıza çıkıyor. Bu bölgede bol bol ahlat ağacı görebilmek mümkün. Bu bölgedeki köylerde ahlat’ın kompostosunu yapıyorlar. Köylülerle sohbetimizde ahlat kompostusunun şeker’e iyi geldiği söyleniyor.

Sonrasında Karakolköy’de yer alan yeldeğirmenine erişiyoruz.  Öncelikle köylüden yeldeğirmenlerin hikayesini dinliyoruz. Bu değirmenlerden bölgede yedi tane varmış. 1965 yılında bölgeye gelen Öğretmen Mehmet Demiraltıcı’nın değirmenler ilgisini çekmiş. Onları korumak için elinden geleni yapmış. Son olarak bir tanesinin bakımını üstlenmiş. Ancak son 10 seneden bu yana da öğretmende bakamaz olmuş.İşte son kalan o son yeldeğirmeni:

Değirmen’nin hemen başında bulunan çamlık alanda karşılaştığımız aileye selam vermeden geçmiyoruz. Aile Karakolköy civarında tarlalardan geçimi sağlayan ender ailelerden. Yetiştirdikleri karpuzdan bize ikram ediyorlar. Yaptığımız sohbette gençlerin şehire göç ettiğinden ve toprakların işlenmediğinden yakınılıyor. Sıcak ve kibar ikramlarının sonunda ısrarla verdikleri karpuz hediyelerini kabul ederek yolumuza devam ediyoruz. Anadolu’nun bir hikayesini daha zihinlerimize kazıyarak İznik üzerinden İstanbul’a evimize dönüyoruz.

Karadeniz’in berrak dereleri

0

Karadeniz akarsular’nın bolluğu ile bilinir. Hatta Karadeniz’de tuz oranının az olması da bu şekilde amlatılır. Yüzlerce akarsu Karadeniz’e kavuşur. Bazıları ise berraklığını hiç bozmadan deniz kavuşurlar. Bu dereler çok hoşuma gider. İzleyebilir, girebilir hatta içebilirsiniz. Derelerdeki yaşamı ince ince izleyebilirsiniz. Dere içindeki balıklar, yengeçler, bitkiler size orada bir yaşamın olduğunu gösterir. Ufacık bu derelerden yüzlercesi onlarca kilometreyi aşar. Geçtiği her yere yaşama katarak denize doğru ilerler.

Bayram’da Ereğli’ye anne-babamızı ziyarete gittiğimizde küçüklüğümüzde zaman zaman ziyarete geldiğimiz derelerden birine geldik. Derenin o güzelliği sazanı ve yengeçi ve bozulmamış doğası ile yine karşımıza geliyor. Çoçukluğumuzun güzel anılarının geçtiği bu derelerde kimi zaman piknik alanlarına yaşanan kirlilik var. Gelecek nesillere daha temiz bırakılmasını diliyorum.

İşte kareler:

Bir devrin başladığı yer: Söğüt

0

Hepimizin okul sıralarında öğrendiğimiz Söğüt ilçemiz Osmanlı’nın ilk başkenti olarak anılır. Tarihi geçmişi ile ünlenen  ilçemiz ana yoldan sapa kalmasından dolayı az uğrak yerlerinden biridir. Ancak tarih açısından bakarsak ülkemiz topraklarında önemli bir yeri vardır. Söğüt Ertuğral Gazi Müzesi, Çelebi Sultan Mehmet Cami, Kaymakam çeşmesini ve Bilecik Üniversitesi Meslek Yüksek okulunu görmeden dönmeyin

İlçeye girdiğinizde çıkan meydanda çeşme ve cami ilk olarak sizi karşılıyor. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan işgalinde 14 ay kalmış olan Söğüt büyük yıkıma uğramış ve sonrasında restore edilere bugünkü halini almıştır.

Söğüt’ü görmeniz ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ruhunu görmeniz için önem taşımaktadır. Bu doku içinde 2-3 saat vakit geçirmenizi tavsiye ederim. Tarih doku ile havayı ve ortamı hissedin..

İşte Söğüt’ten kareler:

Terk edilmiş iplik kozası fabrikasını şarmaşıklar sarmış:

Kaymakam Çeşmesi:

Çelebi Sultan Mehmet Camisi. Cami’nin avlusunda bulunan Çınar bugün halen yöre halkına gölge ve serinlik getirmekte.

Onbir küçük kubbe ve bir ana kubbe’den oluşan cami’nin ana kubbesi.

Çifte Minareli Cami:

Çifte Minareli Cami’nin kubbesi:

Hamidiye İdadisi (Lisesi). Giriş kapısının üstünde bulunan Osmanlı arması görülmeye değer.

Sakarya Burada berrak akıyor :Çifteler

0

Eskişehir’den Ankara’ya dümdüz bir yol gider. Çok az engebesi vardır. Bir tek bu bölgeyi İlkbaharda  yeşil görebilirsiniz. Ekinlerin yebi çıkmaya başladığı ilkbahar aylarında kısa süreliğine yeşile bürünen bu topraklar yazın ikinci bir ekin vermeden yaz boyunca sapsarı olurlar. Ekinler biçilmeden hemen önce altın sarısı başaklar açar bu topraklarda. O zaman görülesi bir manzara oluşturur. Hani İlkbahar’ın erken veya yazın girişinde Ankara’ya gidecek olursanız biraz uzatsanızda Eskişehir üzerinde gidin veya tren ile bu yolu alın. Ender göreceğiniz yemyeşil bu toprakları karelemek için fotoğraf makinenizde mutlaka yanınızda olsun.

Her mevsimde buradan geçtik. Yazın kavurucu sıcağında,  kışın karda tipinin yolu kapattığı zamanda. Bu sefer bayram’da buradayız. Nuray’ın doğduğu Çifteler Eminekin Köy’ündeyiz. Çiftçilikle geçinen köy’de yazın bile kurumayan kaynak olmasına rağmen tek hasat alınır. Ağırlıklı tahıl veya pancar ekimi oluyor.

İşte Eminekin’den manzalar:

Köy evimiz:

Nuray’ın okuduğu okul:

Bozkır’da ender ağaçlık alanlardan…

Sakarya’nın kaynağından…Henüz Sakarya burada berrak halde ve sakin sakin akıyor.

Gökova Körfezinde 6 gün rüzgarın efendisi olduk

0

Keş Dağı’nın tozlu ve sıcak günlerinin ardından sadece denizde olacağımız bir tatile çıktık. Sevgili Ersin’nin fikrini attığı yelkenli gezi planımızı neredeyse tamamını Ersin’nin   koordinasyonu ile gerçekleştiriyoruz. Planımız Bodrum limandan ayrılmak ve Gökova körfezinde gezindikten 6 gün sonra tekrar Bodrum’a dönmek.

Bu eşşiz körfezi Nuray’la ikimiz çok geç keşfettik. İlk olarak 2008 yılında Datça’dan sonra bu dantel gibi koyları keşfetmiş ve bazı bakir koylarda yüzmüştük. Hatta ilk defa bir vatozla yüzme şansını yakalamıştık. İşte o gezimiz. http://gezginkopek.com/?p=92

Ekibimiz Biblo ile birlikte 6 kişi: Biblo, Ersin, Emre, Ali, Nuray ve ben. Cuma akşam gece yarısı yola çıkıyoruz. Ersin’le yolu paylaşarak Bodrum’a çok da yorulmadan varıyoruz. Hepimiz  kiraladığımız 43 feetlik tekneyi merak ediyoruz. 2001 yapımı Beneteau’yu Ersin yolda neredeyse tüm detaylarıyla anlattı. Biblo, Benim ve Nuray’ın ilk  yelkenli tatili olacak. Ersin ve Ali kaptanlarımız. Bizler ise tayfa ve öğrenci modundayız.

Alışverişleri yapıp yola çıkmak çok da kolay olmuyor. Kontrolleri ve check-list’i tamamlayıp yola çıkmamız saat 15:00’i buluyor. İşte yola çıkıyoruz:

Teknemiz:

İlk durağımız Orak Adası. Orak adasında demirliyoruz ve geceyi burada geçiyoruz. Biblo’nun karaya çıkmaya ihtiyacını ben gidereceğim. Ilk gece denemesinde yüzerek beraber kıyıya çıkıyoruz. Ancak kıyıya yaklaştığımızda Biblo kayalarda zorlanıyor. Oldukça iyi yüzen Biblo denizden çok da hoşlanmıyor.. Bu yüzden daha konforlu olması amacıyla Biblo’nun Gemisi adını verdiğimiz altı yarı kapalı simit’ine bindiriyoruz. Orak adasında ve Biblo’nun gemisinden manzaralar.

Kahvaltıdan sonra yola çıkıyoruz. Bugün Ersin bize rüzgarın hükmederek yelkenli ile yol almayı öğretecek. İlk olarak Nuray dümene geçiyor. Sonra sırayla hepimiz..

Çökertme koyuna gelmeden önceki koyda durup demirliyoruz. Bu arada demir alma, koltuk alma işlerini öğreniyoruz bu arada. Durduğumuz bu koyMazıKöy’ün koyu. Tenha ve güzel bir koy. Burada yüzerek eğleniyor ve karnımızı doyuyoruz. Bodrum’un dantel gibi koyları ve berrak denizinde ilerliyoruz.

Bundan sonraki durağımız Akbük Koyu. Akbük koyu’na giderken duvar gibi inen dağlar denizin derinliklerine doğru ilerliyor. Burada derinlik oldukça fazla. Büyük bir keyifle ilerliyoruz.

Akbük Limanı, Akbük burnunun arkasında kalıyor. Denizde doğru gelirlen bu kadar derin bir koyun farkında olmuyorsunuz. Koya doğru yol aldığımız oldukça büyük bir koy olduğuna farkına varıyoruz. Ancak kötü havalar için bu koy demirlemek için de çok iyi değilmiş. Dip kumlu olunca demir de çok iyi tutmuyormuş. Ama koy bir harika. Akbük kafa dinlemek için gelinebilecek güzel yerlerden biri. Sadece bir iki küçük pansiyon var. Umarım böylede kalır..

Akbük Limanın’da hemen iskelenin yanında bir tane restaurant var. Enfes bir balık ziyafetinden çekip Akbük limanının keyfini çıkartıyoruz.

Akbük’ten ayrılıyor ve Sedir adasına doğru yol alıyoruz. Sedir adasında demirleyip orada gecelemeyi planlıyoruz. Akbük’ten Sedir adasına geçiş için Gökova körfesinde bir kıyıdan bir kıyıya geçmemiz gerekiyor. Bu geçişte bir yelkencilik yöntemi daha olan Tramola’yı öğreniyoruz. Dalgalar ve rüzgar son derece eğlenceli bir yolculuk yapıyor ve ekip olarak pek çok defa tramola yapıyoruz. Tramola nedir? Bunu da kısaca anlatayım. Akbük’den tam karşı kıyı olan Sedir adasına geçişde rüzgar ters yöntem esiyor. Bu yüzden rüzgara karşı yol alabilmek için zikzaklar yapmarak yelkenimizi doldurarak yol alıyoruz. Bunun içinde dik bir rota çizemiyor ve arada sırada 90 derecelik açılarda dönüşler yapıyor ve bu şekilde yol alıyoruz. Bakınız: http://www.yelkenokulu.com/tramolanedir.html

yolculuk öyle keyifli geçiyorki… Emre ile Ali neşe kaynağımız. Bir rahat durmuyorlar. Emre arkeolog, Ali ise Türkiye’nin eski mağaracılarında. Bizi mağaracılığı sevdiren kişi. Ersin benim beş yaşından beri arkadaşım, dostum. Hepsi ile inanılmaz keyifli dakikalar geçiyoruz. Birbirimize kızdığımız, hatta bağırdığımız zamanlar da oluyor.. Ama hepimiz biliyoruz birbirimiz..Gündüz bol bol deniz ile güneşi batıyoruz, geceleri ise keyifli ve sakin sohbetlerle ayı batıyoruz. Bu yolculukta görev paylaşımız da fena değildi. Ben ağırlık mutfakta, baş yardımcım çoğu zaman Emre ve Ali, geminin kaptanı ise Ersin..Nuray ise ortalıkta her işe koşturdu. Sanırım tek çalışmayan Biblo oldu 🙂

Sedir adasına vardığımızda akşam üstüydü. Koltuğu yine Emre alıyor..Emre ile ben koltuk almada ustalaştık diyebilirim. Sedir adasından kareler:

Kleopatra plajı:

Antik tiyatro:

Yürürken gördüğümüz fosil etkileyici güzellikte:

Su altından kareler:

Her demir aldığımız yerden ayrılmak çok da kolay olmuyor. Henüz keşfemeden, doyamadan ayrılıyoruz limanlardan..Gökova körfezine defalarca geleceğiz..Bu sadece keşif turu..

Geceyi Sedir adasında geçiriyoruz. Her sabah kalktımızda kalkar kalmaz denize giriyoruz. Bu şekilde ayılıyoruz. Öyle keyifli ki.. Nasıl anlatılır bilemiyorum.. Kalkıp hemen Ege’nin berrak sularına kendini bırakmanın ilk o suya girdiğimdeki hissi anlatmak çok da kolay değil. Her sabah kahvaltımızı büyük bir özenle hazırlıyoruz.

Sedir adasından ayrılıp İngiliz Koyu’na doğru yol alıyoruz. Sedir adasından ayrılıp Karaca Burnu’nu dönüyoruz. Gün boyu denizde yol alıyoruz. Bu sefer neredeyse kuruduk…İngiliz limanında bir dolaştıktan sonra yer bulmakta zorlanıyoruz. Uygun bir yer bulduktan sonra geceyi burada geçirmiye karar veriyoruz. İngiliz Limanı, Demirğen Bükü olarak da anılıyor. İngiliz Limanının denizi çok da güzel değil. Deniz berrak değil. Bunun sebebi ise akarsularla beslenen koyun dibinin balçık olmasından kaynaklanıyor. Deniz içinde görüş mesafesi en fazla iki metre civarında. Dantel gibi kıyıları olan bu koy yelken ve yatlar için oldukça korunaklı bir bölge oluşturuyor.

İngiliz Limanından karelerimiz:

Her koyda sabah ve akşam olmak üzere Biblo’yu karaya çıkardım. Çünkü Biblo ihtiyaçlarını ancak karada giderebiliyor. En zorlandığım yerlerden biri İngiliz Limanı oldu. Çünkü İngiliz Limanında demir attığımız yerde neredeyse 40-50 cm’lik derinlikte , genişliği ise 3-4 metreyi olan bir kıyı bulabildim. Biblo’nun gemisi ile kıyıya çıkardım ama Biblo burayı beğenmedi.. Kıyı dik ve yukarı çıkmanın imkanı yok. Neyseki Biblo durumu anlayarak anlayışla karşıladı.

İngiliz Limanın’dan ayrılıp sıradaki koylara uğrayarak Yedi adalara doğru yol alacağız. İngiliz Limanından sonra ilk durağımız Kargılıbük. Kargılıkbük’ü dibine kadar gidiyroz ancak demirleyecek uygun bir yer bulamayınca liman girişine yakın bir yerde demirliyoruz. Denize giriyoruz ancak görüş kısmen iyide olsa dip çamurlu olduğundan görüş çok da net değil. Ama burada gördüğüm mor kestane dikenleri kabukları oldukça etkileyici.. Halen unutamıyorum. Kargılıkbük’ten kareler:

Bundan sonraki durağımız Tuzla koyu.Tuzla koyu’nun çok dibine girmeden güney kıyısında bulunan koyda kısaca duruyoruz. Yedi adalara doğru yol alacağız. Bugün hava biraz patlak. 31 knot rüzgar ve 6 bofor hava görünüyor. Koyun burnunu aşmamız gerekiyor. Tuzla koyu’nu geçinceye kadar her şey normaldi. Ancak biraz açılıp Koyun burnuna yaklaştığımızda rüzgarın etkisini görmeye başladık. Ali dümene geçerek dalgalara karşı gelmeye başladı. Zaman zaman dalgaların arasına girdiğimiz kıyıyı göremez hale geliyorduk. Bazende yelkenlinin burnundan aşan dalgalar bizleri ıslatıyordu..Dalgalarla bu keyifli mücadelemiz yaklaşık 2 saat kadar sürdü. Biblo bunlardan ne kadar etkilendi bilmiyorum ama merakla bizleri izleyip Nuray’ın yanında ayrılmadı.

Buradaki en maceralı anımız botun iplerinden kurtulması oldu. Bir yandan dalgalarda ıslandık bir yandan da botu güvenceye aldık. Bu noktada Ali’nin kaptanlığına teşekkür ettik.

Zaman zaman Ersin’nin yönlendirmesi ile dümeni Ali idare etti:

Hava kötü olunca yedi adaları da bas geçip doğrudan Amazon koy’una doğru yol aldık. Dalgaların verdiği adrenalin oldukça güzeldi.

Amazon’a 2008 yazında Nuray’la gelmiş burada konaklamıştık. Yemeklerinin çok güzel olduğu aklımda kalmıştı. Bördübet limanında yer alan bu koy güzel kareler veriyor ama denizi çok da berrak değil. Koyun dibindeki akarsu dibi çamurladığı için deniz bu koyda bulanık. Ama mutlaka karaya çıkmalı ve Amazon’da bir kahvaltı veya yemek yemelisiniz. 2 sene aradan sonra  Amazon’dan kareler:

Teknemiz ve Amazon koyu:

Amazon’dan ayrılarak Gökova körfezine batı’ya doğru ilerliyoruz. Küçük çatı ve büyük çatı koylarına uğruyoruz. Küçük çatı koyunda Biblo ile beraber kıyıya çıkıyoruz. Kıyıda yol alınca ileri de birilerini görüyoruz. Biblo dikkat kesiliyor ve havlamaya başlıyor. Biblo’yu tutup ilerlemeye devam ediyorum. Karşıma bir kadın ve küçük kızı ve köpekleri çıkıyor. Etraf dağınık. Keçiler bağlı.. Arkada derme çatma bir barınak var.. Öncelikle “Merhaba” diyorum. “Merhaba” diye cılız bir yanıt alıyorum..”Burada mı yaşıyorsunuz ?” diye soruyorum. Bir yandan ortama göz atıyorum. Kadın yemek için bir şeylerle uğraşıyor. Solundaki ateşte yavaş yavaş tütüyor. Kadın’dan ilk gelen cevap “Onu bana bıraksana” oluyor..Biblo’yu kast ettiğini anlıyorum. Sonra biraz sohbet ediyoruz. Yazları burada yaşadıklarını söylüyorlar. Sonrasında Biblo kucağımda oraan ayrılıyor ve Biblo ile yüzerek tekneye dönüyoruz.

Sonrasında zaman zaman denize girerek serinliyor, dantel gibi kıyılarda yüzüyoruz. Bir ara Biblo ile yüzerken Biblo tepeme çıkıyor. “Başımın üstünde yerin var” demiştim ama sanırım yanlış anladı.. Yorulunca sırtıma çıktı ve denizde gezintisini bu şekilde tamamladı.

Gökova’nın Güney Batısında yer alan koylarda yoğun sinek saldırısına uğradık. Kara sinekler bazı yerlerden dayanılmaz olduğundan bulunduğumuz yeri terk etmek zorunda kaldık. Sinek kovucu spreylerin fayda etmediği kara sineklerle mücadele etmek neredeyse imkansız. İnanılmaz ısırıyor ve can yakıyorlar.

Biblo’dan kareler:

Son günümüzde hava son derece durgun. Neredeyse hiç rüzgar yok. Şansızlık.. Yelken açsakta fayda olmuyor. Motorlar yolumuza devam ediyoruz. 6 gün hızla geçiyor, güzel anılarımızla hayatımızda güzel bir iz bırakıyoruz.

Büyük Karanlıktaki Korku

0

Bu gezimiz Ali Ethem Keskin’in kareleri ve Ali Yamac’ın kaleminde National Geographics Ekim ayında yayınlandı. Derginin bu sayısından da takip edebilirsiniz.

Geçen sene keşfettiğimiz Keş Dağı düdenindeki mağaraya bu sefer çok sıkı hazırlanıyoruz. 2009 yılında  6 kişi keşfettiğimiz mağarayı -175 metre derinlikte bırakmıştık. 2010 yılıında hedefimiz daha derinlere doğru gitmek ve mağarada en fazla keşfi yerine getirmek. Hazırlıklara 3 ay önceden başlıyoruz. 15 kişi, 7 gün, 10 katırlık malzeme ile Keş dağına gideceğiz. İş gücü planlaması, zamanlama, inecek malzenin fazlalığı ve keşif son derece büyük. Mağara büyük ve alınacak ve keşfedilecek şeylerde öyle.

Dizimdeki menisküs yırtığından dolayı ilk önce gidip gitmeme kararında zorlanıyorum. Murat Eğrikavuk ikna ediyor beni.. Yukarıda bunca işi koordine edecek birine ihtiyaç var. Gezi başkanı olarak görev başlıyor. Zaman diyagramları, aşağı inecek malzemenin ne zaman kiminle ineceği planlamak günler alıyor. Sırayla inecek ekipler ve zamanları ve götürecekleri malzemeler hayati önem taşıyor. Doğru zamanlama ve doğru malzenin gidebilmesi için her şeyin iyi planlanması gerekiyor. Zaman kısa, malzeme çok, iş gücü ise fazla değil, yapılacak keşif büyük. Ve herkes büyük haz alıyor…

Bir ekip İstanbul’dan uçak’la Antep ve  sonrada minibüsle Maraş’a geliyoruz. Diğer ekip Ankara’dan doğrudan Yeşilgöz’e geliyor. Malzemelerimizin büyük bir çoğunluğu Jandarma yardımı ile Keş Dağı yaylasına çıktı bile. Bizle sadece sırt çantalarımızda taşıdığımız temel eşyalarımızla beraberiz.

Antep’e varışımız ve bizi misafir eden ve edecek olan Anadolu Evi’ndeyiz:

Yeşilgözde’n yola çıkışımız:

Biblo belli noktadan sonra katır üzerinde yolculuğuna devam ediyor:

Yeşilgözden sonra 800 metre yukarıya çıkacağız. Yaklaşık 4 saatlik yürüyüş ve sürekli tırmanış demek. Herkes kondisyon ve moral olarak hazır. Keş dağına ilk defa bu kadar kalabalık çıkıyoruz. Her şey çok iyi düşünüldü. Hava durumu kritik derece önemli. Gezi zamanlaması buna göre belirlendi. Keş Dağı yaylasında hiç bir telefon çalışmıyor. Bu yüzden acil durum ve hava durumu için yanımızda uydu telefonu taşıyoruz. Keş dağın’dan geçen sene yaşadığımız sel tehlikesine karşı önlemli olabilmek amacıyla  günlük hava durumu hakkında bilgi almamız önem taşıyor. Belirli saattlerde İstanbul’da Arda’dan hava durumu hakkında bilgi alacağız.

Keş dağına yine karanlık havada varıyoruz. Bu sefer daha rahatız…Çadırlarımızı kuruyor ve yerleşiyoruz. Her zamanki yayla ailesi olan Karadaş misafirperverliğinde yapıyoruz bunları. Ertesi gün Pazar. Malzemeler düzenlenmeli ve ilk ekip girmeli. Murat Eğrikavuk, Ali Yamaç ile ben rahatsız modda giriyoruz…

Mağara içinde ekipler uzun süre kalacaklar. Beslenme ve ilkyardım malzemeleri önem taşıyor. Yiyecekler buna göre seçiliyor. Menekşe bunları özenle belirledi. Aynı zamanda her türlü acil duruma karşı hazırlıklı olabilmek ve en kötü senaryosuna neler yapılabileceğine ilişkin ilkyardım eğitimi almamıza rağmen Menekçe ilk yardım kutuları hakkında bilgi veriyor.

Pazar günü erkenden kalkıp hazırlıkları yaparak ilk ekibi mağara girişnde hazır ediyoruz. Herkesin morali yüksek.

Ben kask kamerası ve dosyalarla son kontrolleri yapıyorum:

İlk ekipten sonra geceli, sabahla ekipler girecek ve çıkacaklar. Ekip olarak bu işi başarmak için elimizden geleni ve daha fazlasını yapacağız. Türkiye ve Dünya çapında bir keşife adım adım ilerlemek çok da kolay değil. Herkesin emeği ve bu işe inancı gerekiyor. İnsan gücüne dayana bu keşifin bize ve doğa tarihine pek çok şey katacağına inanıyoruz.

Aşağıda ekipler çalışırken yukarıdakiler dinlerek bir sonraki girişine hazırlık yapıyorlar.

Yukarıdaki hazırlıklar bu kadar kolay olmadı. Her kişinin ekipmanlarının tamamlanması, moralman hazırlanması, mağara ağzına kadar eşlik edilmesi, malzemelerin koordine edilmesi gerekiyordu. Tüm bunlar sağlanarak hem içeri giren hemde gelen ekipler karşılandı. Zaman zaman beklenenden erken dönen ekiplerin karınları doyuruldu, kimi zamanda aşağıdan gelen haberlere göre ekipmanın değişmesi gerekti.

Mağara içinde kurulan kamplar başarıyla çalışıyordu. Herkes soğuk ve uyumanın zorluğundan söz ediyordu. Yorgun gelen ekipler dinleniyor bir sonraki girişe hazırlanıyorlardı. Mağara zordu. Giren ve çıkan ekiplerin götürdüğü her malzeme büyük önem taşıyordu. Aynı zamanda dönen kişilerin getirdiği bilgilerde büyük önem taşıyordu. Aküler, yedek piller, yiyecek ve içecek aşağıdan gelen gecikmeli bilgi ile ayarlanıyordu. Her ne kadar planlansada plandaki kaymalar hesaba katılarak yeni zaman ve süreler hesaplanıyordu.

Sonunda mağarada  80 saate yakın kalan Erkin dışarı çıktı. Onunla beraber Fatih ve Menekşe yorgunlukla dışarı çıktılar.

Bu arada yüzeyde kalanlar araştırmalara devam ederek iki mağara daha keşfettiler.

Karadaş ailesinin desteği olmadan bu işi başarmak çok kolay değildi. Karadaş ailesinin bize verdiği destekle bu keşif daha iyi sonuçlandırdığımız kesin. Halen telefonlaşıp iletişimi kesmediğimiz aksine sürekli devam eden Karadaş  ailesine selamlar. Eyüp abi, eşi Ayşe, kardeşi Zekeriya, eşi Cennet, Eyüp abinin pırlanta çoçukları Enes ve Büşra’ya buradan selamlar. Elbette sürekli yardımlarını esirgemen Ahmet’e teşekkürlerimi sunuyoruz.

Yüzeyden fotoğralarımız:

Mağara girişi ve çıkışlarından:

Malzemelerin yukarı çekilişi:

Ve 300 metrenin başından dönüşle biten keşfin dönüşü:

İnsan emeğiyle,sevda ve ekip ruhuyla Keş dağı keşfinde bir adım daha ilerlendi…Mağara haritaları ve diğer bilgiler için bakınız: www.obruk.org

Pamukkale kuruyor, Kuşadası ve Bergama yanıyor

0

Deniz’liye bunca zamandır fırsat olup zaman ayıramadık. Hep arada kalmasından sanırım çevresini de gezme fırsatımız hiç olmadı. Deniz’li de işimiz öncelikle toplantı zamanımızı Cuma gününe denk getirdik. Hafta sonu içinde kısa bir program yaptık. Havaalanı’nın çalışmadığını öğrenince araçla Perşembe öğleden sonra yola koyulduk.

Toplantı sonrasında ilk ziyaret noktamız Pamukkale oldu. Biblo kendisi gibi beyaz olan her şeyi seviyor. Suyu sıcak olması biraz yadırgadı ama travertenlerin üzerinde rahat rahat gezindi. Pamukkale’ye yukarıdan girince bazı yerlerde suyun verilmediğini gördük. Önce suyun azaldığını ve sorun olduğunu düşündük. Ancak bu işlem Pamukkale’nin rengini korumak için suyu farklı zamanlarda farklı noktalara veriyorlarmış..İşte Pamukkale’den karelerimiz…

Pamukkale’de travertenlerde gezinmenin zararını bilmiyorum ama yine de gezenler yüzünden havuzlarda çökeltiler sürekli ayaklanmakta. Belki de suyun bu şekilde kesilmesi çökeltilerin de iyice çökmesini sağlar. Dünya harikası bu yeri ve muhteşemliği herkes görmeli. UNESCO tarafından dünya mirası listesinde bulunuyor. 17 Sıcak su kaynağı tarafından beslenen Pamukkale görülmeye değer bir doğa olayı. Termal kaynaklar çevresinde mini Pamukkale’leri görmek mümkün ama Pamukkale oldukça büyük bir alanda ihtişamla duruyor. Diğer termal kaynaklar gibi Pamukkale’de fay hattından sızan termal sularla besleniyor. Bu yüzden aslında burası deprem bölgesi.

Pamukkale’nin tepesinde Hierapolis antik kenti bulunuyor. Depremlerde defalarca yıkılan şehir Pamukkale’nin etkileyiciliği sayesinde defalarca onarılmış. Hierapolis Hiristiyanlığın yayılmasında önemli olduğu düşünülür ve İncil de ‘de sözü geçer.

Pamukkale’de çektiğim pek çok fotoğraf hafıza kartı yüzünden çöpe gitti. Pamukkale’den sonra ertesi gün Kuşadasına doğru yola koyuluyoruz. Ege Bölgesi de yavaş yavaş otobanlarla kuşatılıyor. Kısa sürede Kuşadasına ulaşıyoruz. Kuşadasında denizden çıkarken yangın uçağını ve helikoperterini görüyoruz. Bunları görünce canım acıyor adeta..O sıcakta ufak bir ürperme yaşıyorum.

İşte o kareler:

Kuşadası nufüs yoğun olan bir bölge. Yazlıklardan dolayı kıyı şeridi beton yığını haline dönmüş. Yanlış yapısallaşma yüzünden betonsal kirlilik burada da mevcut. Bunu bütün Kuşadası için söylemek çok doğru değil elbette. Ancak benim gittiğim bölgedeki kıyı ve Kuşadası merkez bu şekilde. Kuşadası sahilini Biblo çok sevdi. İşte Elif ile birlikte bir kare:

Kuşadasında ayrılarak İstanbul’a doğru yola koyuluyoruz. Burada çizdiğimiz rotada Foça ve Bergama’ya uğramak istiyoruz. Foça yolunda bulunan Aliağa tam bir endüstriyel bir mekan doğruyor. Foça’ya giderken insanın ruhunu ve havasını bozuyor aslında…Sanki endüstriyel kirlikten geçip güzel bir mekan ulaşmak zor gibi geliyor. Ancak Foça ve koyları bize güzel manzaralar veriyor.

Foça minik ve sevimli bir mekan. Dinlenmek keyifli bir yere benziyor. Kısa sürede ne havasını nede çevreyi anlamak mümkün. Sadece görüp çıkıyoruz. Yinede Endüstriyel bölgenin etkisi halen aklımda. Sanki o kirlilik buralarada uzanacakmış etkisi var.

Buradan Bergama’ya gidiyoruz. Ancak Bergama’ya girdiğimiz uzaktan dumanları görüyoruz. Bergama Kale çevresi yanıyor. Bu yüzden yukarı çıkışlarda durdurulmuş durumda. Yine içimiz acıyarak izliyoruz. Bergama içinde bulunan Kızıl Avlu (Mısır Tanrılar Tapınağı) geziyoruz.

Bu kısa gezimizde yangınlar yüreğimizi dağladı. O yüzden çok keyifli söz edemiyorum bu gezimden. Üst üste bu kadar yangın görünce alevlerin yuttuğu güzellerin nasıl yerine konulacağını düşünmek yoruyor..Bergama’yı bir daha geleceğiz. O zaman Bergama’nın güzelliklerini göreceğiz.

Amasra’nın Dağları

2

Ne haftaydı ama…O toplantıdan çık bu toplantıya gir. Her biri ayrı proje. Hepsinde saatler süren toplantılar ve gece yarılarına kadar süren çalışmalar. Çalışmak ve bunun sonucunda gelen başarıyla mutlu olmak güzel. Ancak yine de daha özümüze olan doğa’ya gitmek ve doğa’nın sesine ve görsel masajına ihtiyacımız var.

Cuma öğleden sonra Batı Karadeniz’in çok da bilindik bir yeri olan Amasra’ya doğru yola çıkıyoruz. Ekibin kalan bizden önce gidip araştırma çalışmalarına başladılar bile..Amasra ise tampon kalıcı yerimiz. Amaç Kuruçaşile yakınında bulunan söz edilen düden’i bulmak ve onu keşfetmek..

Gezi Künyemiz:
Tarih ve Süresi: 3.Temmuz.2010  – 2 gün
Keşif Rotası: Amasra-Kumluca
Keşif Amacı : Kumluca’ya yakın düdeni araştırmak

Yolculuğumuz  otobandan son derece keyifli..Henüz hava kararmadı ve gölgeler de uzamış durumda. Yolun en güzel seyirler zamanlarından birini yapıyoruz. Zaman zaman ağaçlardan oluşan tünellerden geçiyoruz. Zaman zaman Nuray’ın bana kitaptan alıntılar okuması, kimi zaman yolun bize sunduğu manzalar ile saatlerin hızla geçiyor ve Amasra’ya varıyoruz. Amasra’ya tepeden inerken çoğrafya’yı izlemek için pek çok seyir yeri bulmak mümkün.

Amasra’a girip kiralık evimize yerleştikten sonra Biblo ile Amasra sokaklarını adımlıyoruz. Biblo heyecanla bu bölgenin kokusunu da kayıt altına alıyor.  Akşam vardığımızda havayı temizleyen kara meltemini hissediyoruz.

Ertesi güne iyi başlamak için iyi bir uyku çekmemiz zorunlu. Ne de olsa yarın keşif günümüz. Keşifden aldığım haz anlatmak çok kolay değil. Gördüğünüz kadarı ancak fikir verebiliyor.. Keşif üzerinde ilerledikçe dahasını umut ediyorsunuz. Ama her şey gibi bunun da sonu var. Ama o sona kadar duyulan hevesdeki heyecan oldukça güzel.. Bu arada buralara ilk defa ayak basmak, bunları bilimsel şekilde dünyaya duyurmak bir o kadar da keyifli..

İş hayatından da keşifler yapabilirsiniz ancak bunlar çok geçici olabilmekte.. Doğa’da yaptığınız keşifler ise binlerce bazende milyonlarca yılla ölçülebildiğinden ölçümlemek çok da kolay değil. Doğa’yı, dünyanın yaşını, sularımızın yaşınız algılamakda nasıl zorlanıyorsak bu doğal oluşumların nasıl oluştuğunu algılamakta da o kadar zorlanabiliyoruz. İnsanoğlunun yaşamı o kadar kısa ki dünya’daki değişimleri görmeye yazılı tarihimiz bile yeterli değil. Kimse ben küçükken 200.000 yıl önce bu dağ burada yoktu diyemiyor..Kısacası değişim o kadar yavaşki bizim ömür süremiz bu yavaşlığı algılayamıyor.

Amasra’dan uyanıyoruz..İlk beni kaldıran her zamanki gibi Biblo. Neredeyse gözlerimi bile tam açamadan Amasra sokaklarında buluyorum kendimi.. Biblo’nun yeni yerlerdeki bu heyecanını paylaşmak her zaman kolay olmuyor. Henüz meltem bile esmiyor.. Her yer durgun.. Yarım adanın tam içindeyiz. Bu yüzden deniz ulaşmamız iki adım.. Sahilde yürüyüşümüzü yapıyoruz.

Biblo’dan fırsat bulup da yakaladığım kare:

Pastane’den aldığımız abur cubur ile kahvaltımız yapıyoruz. Hani pastaneden alınan abur cuburda oldukça kayda değer. Kiralık evimize dönerken köylü yaşlı teyzeleri kurduğu pazarın içinde buluyoruz kendimizi. Menekşe dayanamayıp bir kaç reçel alıyor. Hem yemişler hem de reçeller gerçekten ilgi çekiyor. Yöre halkı az çok pazarlamayı ve ısrarcılığı öğrenmiş durumda. Ama kurulu tezgahlar hem zengin hem de ilgi çekici.. Bu pazar hemen Amasra’nın sembolü haline gelmişi olan “Barış Akarsu” heykelinin hemen yakınında bulunuyor.

Amasra’dan ayrılıp ilk keşif noktasına doğru yol alıyoruz. Keşif noktamız bir mermer ocağına çok yakın. Daha fazla bilgi almak için mermer ocağına giriyoruz. Altıntaş Mermer ocağı geniş bir alanı kapsıyor. Mermerler ise sadece Türkiye iç pazarına değil tüm dünyaya satılıyor. Dağ bir pasta gibi kesiliyor. Ofis yanında bulunan örnek mermer ve desenlerine oldukça hoş görünüyorlar.

Buradaki keşfimiz sonuç vermiyor. Kuruçaşile’ye doğru yol alıyoruz. Kuruçaşile’de mola verip yöre balıkların tadına bakıyoruz. Sonrasında Kumluca’ya doğru ilerliyoruz. Hedef  bölgemize ulaşıyoruz..Kamp alanını belirledikten sonra  ilk işimiz sözü edilen düden’i bulmak. Düden’i kısa sürede buluyoruz. Kapalı havza zaten düden’nin yerini gösteriyor. Kapalı havzada dere gidecek yer bulamayınca dağın eteğinden batıyor. Tabi bugünkü durum bu şekilde.. Vadinin iki yanından gelen iki dere yer altında birleşip 152 metre rakımdan batıyor. Söylentiye göre bu batan su Kumluca kanyon’undan çıkıyor ve dere denize dökülüyor.

Düden yöre halkı tarafından Çıngırık kuyusu olarak adlandırılıyor. Dere şu anda kurumuş halde… Dere’nin battığı yere doğru giriş yapacağız. İlk iniş yaklaşık 16-17 metre.

Biblo Nuray’ı aşağı inerken izliyor:

Ben de inişe geçerken Biblo yukarıda bizi bekliyor:

Aşağıda suyun devam ettiği yöne doğru devam ediyoruz.Aşağıdan yukarının görüntüleri:

Hava oldukça sıcak. Ancak mağara doğru yaklaştıkca  serinliyoruz. Temiz hava ve serin bizi rahatlatıyor.

Sonrasındaki çalışma aşağı doğru devam ediyor. Ben dizimdeki sorundan doğru geri dönüyorum. Ekip ilk gün oldukça iyi iş çıkartıyor. Biz de dışarıda Ali ile diğer ihbarları değerlendiriyoruz. Tabi öncelikle Menekşe’yi ekibin yanına yolluyoruz. Ali ile araştırmamız da iki suyun battığı yerde girilemeyecek kadar küçük çıkıyor. Ama doğa’da biraz enfes biraz da acılı bir gezi yapıyoruz. Ayı gölü diye adlandırılan yere giderken dikenler her yerimizi çiziyor.

Kamp alanımız son derece keyifli olmasına rağmen çadır da yer sıkıntımız var. Ali geceleyin tutturdu ateş başında yatacağım diye.. Kim tutar onu.. Ancak geceleyin oluşan çiğe dayanamayarak arabaya gitmiş halde buluyoruz. Gece ise ateş başı sohbetleriyle son derece keyifli geçiyor. Kamp alanımızdan bir kare:

Sadece Amasra değil çevresi ve Amasra’ya gelen yolları da bu aylarda tariflemek çok kolay değil. Fotoğraflar sadece yeşil ve mavi’nin güzelliğini aktarırken, rüzgarı ve havanıın kokusunu aktaramıyor. Bu bölge’de sadece Amasra değil gezip görülecek çok yer var. Kumluca ve Kurucaşile tarafınden görülmeye değecek çok yer var.

Kanyonlar Cenneti

2

Safranbolu ve yeni keşifler..

Serin mağaradan sıcağa çıkınca bir anda sıcaklıyoruz. Hemen sonrasında Kanyon’nun serin sularına girip akıntıya karşı biraz yüzdükten sonra, karşı kıyıdaki karanlık mağaraya doğru yüzüyoruz. Ayaklarımızda sarı çizmelerimiz, kafamızda kask ve fenerimizle mağaraya giriş yapıyoruz…

Kızılin’nin büyük kızıl ağzında içeride ki büyük yarasa kolonisinden habersiz dinleniyoruz. Dinlendikten sonra içeri girdiğimizde ise binlerce yarasa havanıp uçuyor. Kimi zaman kanatlarının rüzgarlarını yüzümde hissediyorum. Kimileri bana çarpıp yere yuvalanıyor..

Kanyon’lar cenneti Safranbolu’dan Tokatlı kanyon’u üzerinde bulunan İncekaya su kemerinin üzerindeyiz.. Burada yükseklik korkusu olanlar uzak dursunlar..

Neredeyse avucumuzun içi gibi bildiğimizi düşündüğümüz Safranbolu çoğrafyasına yine yolculuk ediyoruz. Başta Biblo olmak üzere Ali, Nuray ve Murat olarak yine yollardayız. Hani derler “Ben oraya gittim gördüm” diye..Bu söze güvenmem.. Safranbolu bölgesine defalarca geldik ve her seferinde farklı yerler keşfediyor ve yeni keşiflerle dönüyoruz.

Tarihi Safranbolu’nun tarihi güzellikleri ve güzellikleri bir kenara doğal güzelliklerini tüketmek için öyle 5-10 gün yetmez. Aslında bu pek çok bölgemiz ve çoğrafyamız için geçerli. Bir yöreyi ancak insanı ve çoğrafyasında zaman geçirerek tanımak mümkün oluyor. Safranbolu ve civarında geçirdiğimiz bunca zamanda bu bölgede epey bir miktarda kanyon olduğunu görüyoruz.

Her zaman olduğu gibi eski Safranbolu merkezde bulunan Arpacıoğlu Otel’inde kalıyoruz. Otel sahibi Hüseyin Bey ile keyifli sohbet akşamlarından birini daha yapıyoruz. Arkasından sohbete Safranbolu Kaymakamı’da katılıyor. Bölge hakkında yaptığımız araştırmalar hakkında bilgi veriyoruz.

Sabah kalktığımızda tüm malzemeler hazırlandı. Bu sefer sadece mağara değil su da yüzme de var. Su için tek bir ek malzememiz var o da wet-suit..Su da üşümemek için wet-suit’imizi de yanımıza alıyoruz. Murat Eğrikavuk’un kafayı yediği mağaraya doğru yol alıyoruz. Kafayı yemesinin sebebi labirent gibi olan mağarada her bir kolun çatallaşarak ayrılarak ilerlemesi.. Burası Konarı köyü yakınında bulunan Yarasaini mağarası. Konarı Köy’ü Konarı Gölü ile biliniyor. Aslında bu gölün’de güzel bir hikayesi var. Göl’ü uzunca bir süre dipsiz sanıyorlar. Sonra araştırma için Ankara’da MAD geliyor. Saatlerce süren hazırlıklarıyla dalış ekipleri hazırlanıyor. Suy a bot indiriliyor ve dalış ekibi suya dalıyor. Ancak kısa bir süre sonra yüzeye tekrar çıkıyorlar. Su üstü ekip heyecanla ne olduğunu merak ediyor. Gelen cevap aynen şu: “Burası 4 metre”. O ana kadar kimsenin aklıma önceden suyun derinliğini ölçmek aklına gelmemiş…

Kanyon’a giden yolda ilk işimiz dereyi aşmak:

Bölge halkı kanyon’a iniş ve çıkış yolları için güzel bir isimlendirmesi var. İncek  ve çıkcak..Kanyon’a her yerden inmek mümkün değil. Sadece bu incek ve çıkcak’ları kullanarak kanyon’nun dibine inmek mümkün.

Yarasainine kanyondan kolaylıkla erişiyoruz. Hazırlıklarımızı tamamlayıp ölçüm çalışmasına başlıyoruz.

Labirent gibi mağarada harita ölçüm çalışmasını sona erdiriyoruz ve mağara’nın kanyona açılan kollarına doğru ileriyoruz. Bir amacımızda kanyonun diğer duvarında olduğunu düşündüğümüz mağaralara yüzerek göz atmak.

Akıntı eşliğinde karşı kıyıya yüzmek üzere giyip Ali ile kanyona dalıyoruz. Maalesef karşı kıyıda ummayı bulduğumuz mağaralar sadece birer oyuk çıkıyorlar. Biz de kanyonda yüzmenin tadını çıkartıyoruz.

Araca varmak üzereyken bastıran yağmurla kuru giysilerimizde ıslanıyor. Yağmur öyle çiseleyen cinsten değil. Hani şu ahmak ıslatan türden..Sırılsıklam oluyoruz..Bu ıslaklığın arkasından köy kahvesinde içtiğimiz çayımızla kendimize geliyoruz. Konarı’den ayrılıp İncekaya Su kemerinin bulunduğu Tokatlı kanyonuna doğru yol alıyoruz. Safranbolu’nun diğer kanyonları gibi burası da  oldukça etkileyici..

İncekaya su kemeri 18.yy’da Safranbolu’ya su taşımak amacıyla yapılmış Restore edilen kemer’in üstünde gezinmek ve kanyona bu kadar yüksekten bakmak ayrı bir keyif. Su kemeri orta tarafında iyice daralmakta ve 110 cm genişliğe düşmekte.Yüksekten korkanlar kemeri geçmeyi denemesinler..

Buradan ayrılarak yakınımızda bulunan Düzce kanyonuna doğru gidiyoruz. Aslında burada işimiz yok. Sadece kanyon’u seyir için gidiyoruz. Son geldiğimizde kanyonda bulunan mağara içinden çıkan buz gibi su  da yüzerek yeni bir mağara keşfi daha yapmıştık. Ancak akan su miktarı fazla olduğundan keşfi tamamlayamamış ve suyun azaldığı yazın sonuna bırakmıştık.

Her gezi akşamı keyifle geçer.. Dedikodular yapar bir yandan da yarın yapacaklarımızı planlarız…Yarın uzun bir yürüyüş bizi bekliyor olacak. Konarı köyü’nden Kuzey’e doğru geçip Kızıline’e varmaya çalışacağız.

Sabahleyin vakit kaybetmeden yola çıkıyoruz. Aracımız park edip kanyon yamacında ilerliyoruz. Bazı bölümlerde yamaçta ilerlemekte zorlanıyoruz. Ufak bir dikkatsizlik ciddi kazalara sebebiyet verebilir. Kanyon’a inince oldukça rahalıyoruz.

Kanyona indikten sonra Kızılin’e doğru çıkışa geçiyoruz. Tırmanışın bir bölümü oldukça zorlu geçiyor ama Kızılin’e varıyoruz. 16 metre yüksekliğindeki ağzı ve kızıl rengi ile büyüleyici bu mağara girişinde dinleniyoruz. Yürüyüş zorlu ve yorucu oldu. Ölçüm çalışmalarına hemen başlıyoruz. Bir yandan mağarayı incelerken bir yandan da fotoğralıyoruz. Kızılin’in ilk giriş salonu oldukça büyük.

İleri doğru ilerledikçe çamur oldukça artıyor. Dar bir geçitten ikinci büyük bir salona erişiyoruz. Salona girer girmez dikkatimizi büyük yarasa kolonisi çekiyor.Her ne kadar onları rahatsız etmek istemesek de yarasalar uçuşmaya başlıyor. Biz ölçüm çalışmasını sürdürürken havalanan yarasa sayısı da her geçen saniye daha da artıyor. Yarasalar o kadar kalabalıklar ki bazıları bana çarpıp yere yuvarlanıyorlar. Geniş bir galeri de olmamıza rağmen çok yakınımdan geçen yarasaların kanat rüzgarlarını yüzümde hissediyorum.

Kızılin’den ayrılıp rotamızı geldiğimiz yöne değil daha Kuzey’e çeviriyoruz. Bu şekilde daha az çıkış yapacağımız düşünüyoruz. Bu yol çok daha rahat. Yürüyüş sırasında yağmur bulutlarının yağmurlarını dökerek üzerimize geldiklerini görüyoruz. Dün Yarasaini çıkışında yaşadığımız yağmur aklımıza gelerek adımlarımızı sıklaştıyoruz. Ancak dik yamaçtan tırmanmak çok da kolay değil.

Yağmur bulutları geliyorlar:

Yola henüz ulaşmıştık ki sağnak yağmur tüm şiddeti ile yağmaya başladı.. Araca varıncaya kadar yine sırıl sıklam olduk. Aslında durumdan yine de memnunuz. Bu yağmur kanyonda bizi yakalamış olması durumunda işimiz çok daha zordu.

Yağmurda umursamazca ıslanmak son derece keyifli.. Islanmayı dert etmediğimiz için yağmur’un keyfini çıkartıyoruz..

Ertesi gün ise yine bölgemiz Konarı Köy’ü. Bu sefer değirmen civarındaki mağaraları ölçümleyeceğiz. Değirmen ve civarı öyle güzel ki. Sadece doğa değil bizi ağırlayan değirmen sahibi Ali Bey’de aynı şekilde tüm misafirperverliğini gösteriyor. Biblo’nun ise tam sevdiği ortam. Bol çimen ve dere..

Değşrmen’nin hemen yanında bulunan kemerli köprü ve üstünü kaplamış şarmaşıklar güzel manzara oluşturuyor.

Tarihi değirmen bugün artık kullanılmıyor. Ancak değirmen binası ve değirmen hepimizi büyülüyor.

Sonrasında ne o içtiğimiz çayın tadını ne de köyde artık hayvancılık olmadığından sofraya konan Sütaş’ın peynirini unutamam. Genç muhtar’ın gösterdiği ilgi, alaka ve Ali Bey’in esprileri unutulacak gibi değil..

Bilecik: İlginç bir çoğrafya

0

Mayıs sonunda Osmaneli’den geçerken bir kilise ziyaretinde bulunmuş ve bu bölgede yöre halkından aldığımız bilgilerle bir kaç mağaraya uzaktan bakmıştık. Bu bölgedeki araştırmalar çok zayıf ve pek de tanınmıyorlardı. Sevgili Ali’nin de aklını çeldikten sonra tekrar bu bölgeye gelmeye karar verdik. İlk durak Osmaneli olsa da, bundan sonra Bilecik Yenipazar civarına yöneleceğiz.

Gezi künyemiz:
Tarih:  05.Haziran.2010
Süre: 11 saat
Mesafe :  İstanbul’a 250 Km.

Biblo her zamanki gibi gezi sabahı olduğu için erkenden bizi uyandırdı. Arkasından Ali’yi Üsküdar’dan alarak yola koyulduk…Kahvaltı molası vs. derken saat 10:00 gibi ilk faaliyetimize başladık. Osmaneli’ne doğru yolda giderken tepenin üstünde gördüğümüz oluşum dikkatimizi çekti. Tabanvaya kuvvet yola koyulduk. Zorlu bir yürüşle tepeyi aştık ancak tamamı kovuk olan oluşumlar umudumuzu boşa çıkardı.

Tırmandığımız tepeyi diğer yandan geri indik. Ancak makilik epey bir canımızı okudu. Biblo bu arada benim kucağımda.. Onun yüzünden kollarım bir kas yaptı anlatamam. Tek kolumla Biblo’yu tutarken, dik yamaçta makilikleri tek elimle tutarak yamaçtan inme konusunda epey denemim oldu.

Osmaneli’ne vardığımızda hava iyice ısınmıştı. Saat 12:00 civarını gösterirken biz yola koyulmuştuk. Bu bölge çok iyi araştırılmadığı için elimizde yeterince de bilgi yok. Bu yüzden neyle karşılacağımızı da bilmiyoruz.

İlk araştırmalarımız kovuk çıkınca ekibi ikiye ayırmaya karar veriyoruz. Ali ile Nuray yamaçı araştırarak aşağı köye doğru inecekler. Biz Biblo ile araça geri dönerek Ali ile Nuray’ı vadinin aşağısından alacağız. Yön gösterici, üstün koku duygusuna sahip cesur köpek Biblo aracımıza bizi sağ salim ulaştırıyor ancak sıcaktan kaçıp aracın altına giren Biblo’yu ikna etmek o kadar kolay olmuyor. Soğuk su vaadi ile ikna sonrasında vadi’nin bitim noktasından Ali ile Nuray’ı alıp Yenipazar yönünde olan Harmanköy kanyon’una doğru yol alıyoruz.

Yol üzerinde Gölpazar’ında yemek yiyoruz. Kasaba lokantaları ilginç olabiliyor. Pek çok zaman enfes yemekler yedim bu lokantalarda. Kimi zamanda gülünç pek çok anım var. Gölpazar’ında ise son derece sıradan bir yemek yiyoruz. Yinede meraklı çok..Biz yabancılar gelince meraktan lokanta kalabalıklaşıyor.  Karnımızı doyurduktan sonra Harmanköy’e doğru yol almaya devam ediyoruz.

Yolumuzun üstünde bulunan büyük bir kavuk veya mağarayı sadece uzaktan fotoğraflıyoruz.

Sonrasında Harmanköy’e varıyoru ve Yenipazar yolu üzerinden dönüşe başlıyoruz. Bu keşif yolculuğunda Ali ile dinlenerek yol alıyoruz. Çoğrafya oldukça ilginç. Bir yandan Kiraz ağaçları eşliğinde seyahat ediyoruz. Bir yan da ise sarp kayalık tepeleri gözlemliyoruz.

Jeolojik açısından hareketli olan bölgeyi karelediğimiz bu fotoğrafla kayıt altına alıyoruz.

Bölgeye yaptığımız bu keşif gezisinde epeyce bilgi topladık. Yorucu günübirlik bu gezimide bol bol sohbet ettik keyifli dakikalar geçirerek İstanbul’a geri döndük.

Bir zamanların başkenti : Gordion

0

Anadolu toprakları insanlık tarihi boyunca çeşitli kavimlerin yaşamlarına sahne olmuş. Bugün bizim yolumuzda yer alan Frig’lerin başkenti Gordion’da bunlardan biri.  Hitilerin zayıflayıp yıkılmasından sonra Trakya’dan boğazları aşıp İç Anadolu bölgesine Frig’ler İ.Ö.750 yıllarda İç Anadolu’y hakimiyetleri altına almışlardır. Özellikle Eskişehir, Afyon, Kütahya civarında dağlık bölgelerde yaşayan Frig’ler Uşak’a kadar uzanmışlardır. Gordion ise Friglerin başkenti olmuştur. Gordion bugün Ankara-Polatlı’ya yaklaşık 17km uzaklıkta bulunmaktadır. Kral Gordios tarafından kurulan Gordion şehrinde bugün Kral Midas’ın mezarı bulunmuştur. Aslında mezar’ın Kral Midas’a ait olduğu kesinlik kazanmamıştır.

Kral Midas’la ilgili pek çok efsane anlatılmaktadır. Kral Midas’ın kulaklarının eşşek kulaklı olduğu efsanelerde yer almaktadır. Pan ile Apollo’nun  müzik yarışmasında Midas’ın Pan’a oy vermesi ve Tanrı Apollo’nun bir kul’un tanrı’ya oy vermemesini kabullenememesi yüzünden eşşek kulaklı olarak cezalandırılması efsanelerde yerini almıştır. Gerçekte ise Kral Midas’ın doğuştan asimetrik bir hastalığa sahip olduğu arkeolojik kazırlarda bulunan mezardaki kafatası yapısı incelendiği bulunmuştur. Bunun üzerine Kral Midas kafatasını kaplayacak bir şapka ile dolaştığı sanılmaktadır. Daima şapka ile kulaklarını bu şekilde saklayan Kral Midas hakkında da söylentilerde eşşek kulaklı olduğu bu yüzden bu şapkayı taktığı yayılmıştır.

Medeniyetler beşiği Anadolu’da dolaşırken onbinlerce yıl içinde yaşamış insalığa ait bulgular bulmak son derece mümkün. Biz 100 milyon yıl öncesine ait bulgudan henüz dün gibi olan 19.yy ait eserleri de bu topraklarda bulmak mümkün.

Gordion henüz kazıları tamamlanmamış bir alan. Bölgede pek çok tümülüs olduğu açıkça görünebiliyor. Kral Midas’ın tümülüs’ü son derece büyük. Hemen Kral Midas’ın tümülüs’ü karşısından bulunan Müze ise Frig’lere ait bulunan pek çok  eseri barındırıyor. Bazı eserler ise Ankara Anadolu Medeniyetleri Müze’sinde sergilenmekte. Burada ise sadece fotoğrafları bulunmakta. Daha detaylı bilgiye http://kralmidasvefrigya.org adresinden erişmek mümkün.

Bugün kazıların pek çok Amerika’lı arkeologlar tarafından yapılmaktadır. Aslında bu oldukça düşündürücü bir durumdur. Ülkemizde arkeoloji’nin daha fazla desteklenmesi ve kaynak bulunması gerekliliğini düşünüyorum.

Ankara’ya çok yakın olan bu bölgeyi görmemek büyük kayıp olur. Buraya geldiğimde kısa sakallı, siyah bukle saçlarıyla olan Frig’leri hayal etmek daha kolay. Günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce bu topraklarda yaşıyor, sanatlarını icra ediyor, bu toprakların güvenli olması sağlıyorlardı. Müze gördüğüm fibula’lar (süslü çatal iğneler) ile pelerinlerini nasıl tutturduklarını hayal etmek çok zor değil. Sikkeler, sanatsal çanaklar Frig’lerin yaşamlarını daha iyi hayal etmemizi sağladı.

Bu büyük tümülüs mezarının ahşap’tan olması büyük ilgi uyandırıyor. Maalesef mezarı uzaktan görebiliyorsunuz.

Biz gezerken Biblo müze’nin serin bahçesinde bizi uslu uslu bekledi.

İşte Frig’lerin Gordion’nun başkenti ve Kral Midas’ın mezarından kareler:

Frig Vadisi

0

Medeniyetler beşiği Anadolu tanımaya devam ediyoruz..Bizimkiler Eskişehir, Bilecik, Kütahya bölgesini çok merak ettiler. Aslında Nuray Eskişehir’li ancak çevresini gezmeye çok da fırsat bulamamış. Hep de böyle olmaz mı? Bu gezileri ben de çok seviyorum. İlki Nuray’ların annesinin yanında kalıyoruz.. İkincisi,  enfes yemekler yapılıyor..Sonra Havası kuru ve temiz.  Çevrede bol bol otlak var oralarda ufkum açık şekilde koşturabiliyorum.

Konuşmayı seven Murat’tan öğrendiğim bilgileri sizlere de anlatayım.  Bu seferki keşfi alanımız Eskişehir Kütahya arasında kalan Frig Vadisi. Anadolu topraklarına M.Ö.7 yy’da ayak basan Frigler Batı Karadeniz’den Burdur civarlarına kadar ilerlemişlerdir. Daha sonraları M.Ö.8 yy’da başkenti Gordion (Polatlı, Ankara) olan krallıklarını kurmuşlar. Kral Midas oldukça güçlü bir krallık kurmuş ki 5 yy kadar Anadolu’da bu bölgelere hakim olmuşlar. Ancak asıl yerleşim alanları Eskişehir, Kütahya ve Afyon arasında kalan bölge olmuş. Geçenlerde bu bölgenin doğu kısmındaki Yazılıkaya ve Han bölgesini gezmiştik. Kısaca bu bölge de görecek, öğrenecek daha çok şey varmış.Bu habere aslında çok seviyorum….

Sabah gezimizden sonra Eskişehir’den ayrılıp Kütahya yoluna doğru ilerliyoruz. Sonra Frig Vadisi levhasından doğru sapıyoruz. Nuray’ın kucağında etrafı rahatlıkla izliyorum. Ortam yeşil…İlk durağımız Kızılinler oluyor. Köy’e ismini veren kızıl inleri inceliyoruz. İnlerin bazıları samanlık olarak kullanılmakta. Bu yüzden giremiyorum. Kızılin’den kareler:

Kızılin Köy’ünün kenarında Porsuk çayı akıyor. Çay içinde yaban ördekleri dikkatimden kaçmıyor. Aracımıza atlayıp ilerlemeye devam ediyoruz.

Etraf çok ağaçlık değil. Ancak ortam oldukça yeşil.. Kırmızı kırmızı gelincikler ortama renk veriyorlar.

Tarım yapılan bu arazilerde hayvancılık pek çok yerde olduğu gibi azalmış durumda. Murat araçı durduğunda bu bölgede rastladığım en büyük koyun sürüsünü görüyorum:

Köylülerin ağırlıklı geçim kaynakları tarım. Karasal iklime sahip bu topraklarda tek hasat alabilen  köyler gelir açısından çok da rahat değiller. Kızılinden yaklaşık 9 km sonra Gökçekısık Köy’üne varıyoruz. Gökçekısık Köy’ü de aynen Kızılinler Köy’ünde olduğu gibi Porsuk Çayı kenarına kurulmuş durumda. Gökçekısık Köy’ünde de Frig’lere ait tüfe oyulmuş yerleşim alanlarını görüyoruz. Yerleşim alanları köy evlerinin arkasında kaldığı için erişemiyoruz.

Gökçekısık Köy’ünden ayrılıp Frig Vadisin’den Kütahya yönüne doğru ilerliyoruz. Hava çok açık değil ama sıcak. Bu yüzden Nuray’dan bol bol su istiyorum. Nasıl mı anlatıyorum? Çok kolay. Pet su’ya pati atıp Nuray’ın gözlerinin içine bakmam yeterli oluyor. Hemen araç duruyor, suyum veriliyor. Camı açtırmak için ise cama pati atmak yeterli.. Konuşmayı gereksiz buluyorum. Bir pati bütün işleri hallediyor. Ne de olsa akıllı insanlar.

Murat’ın anlamadığım bir göl ve baraj merakı vardır. Bir ara sadece gölleri ve gördüğümüz barajları ziyaret ettik. Çok güzel göller gördük.İçinde kırmızı renkli balıklı olanlarını hatırlıyorum. Yolumuzun üstünde Porsuk Baraj’ına uğruyoruz. Herkes gibi Baraj görevlisi beni seviyor. İşte baraj bölgesinden kareler:

Baraj’a uzaktan bakınca pek bir şey anlamamıştım. Baraja baktığımız tepe fena esmiyordu..Baraj’ın yanına gidince çok büyük olduğunu anladım. Beton yapıları ve ortamları sevmiyorum. Üstelik titreşim aldığım beton zeminlerde yürümekten aslında hoşlanmıyorum. Herkes gidince bende mecbur kaldım ve baraj üzerinde yürüdüm. Baraj dedikleri şey bayağı büyükmüş…

Burayı da geride bıraktıktan sonra Frig Vadisin’de ilerlerken Murat duruyor ve bana müjdeli haberi veriyor.. Ufak bir dere ve yeşil çimenler..İşte benim sevdiğim bu.. Hafiften rüzgar esecek suların şırıltısı yanında.. O sırada rüzgarın ses çıkardığı çimenlerde patilerimle yumuşak zeminde koşacağım.. İşte benim mekanım…

Burada biraz koşturarak ortamın keyfini çıkartıyorum..Derenin suyundan içiyor, birazda otların tadına bakıyorum..Bundan 8 yıl önce bizimkiler benim ilk otladığımı görünce epeyce şaşırdılar. Sonra bir sürü yorum.. Yok başı ağrıdığı için yermişiz, yok midemiz ağrırsa yermişsiz.. Hiç bir değil…O ortamda canım çekiyor. Öyle temiz ve güzel kokuyorlarki çok da bilmeden bir kaç tanesini yiyiyorum.. Hem Murat’ta yapıyor kimse onun için öyle bir şey demiyor.

Frig Vadisinde ilerlerken tüflerden oluşan kayalara oyulmuş yerleşim mekanlarını görüyoruz. Şimdi Tüf ne diyeceksiniz.. Nuray adeta kafamı şişirdi bu konuda. Bu yüzden ezbere biliyorum. Yanardağın püskürttüğü kül ve lav parçalarından oluşan çökelti kaya..Kısacası bu kaya kolay oyulduğu için Frigler’de bu kayalara oyarak evlerini inşa etmişler. Kulağa güzel geliyor. Murat hatta tüf kayaları incelerken çok kolay şekil verildiğini keşfetti. Bir kaç tanesine girdiğimizde buraların ahır olarak kullanıldığını fark ediyoruz. Yine Murat & Nuray birisine söyleniyorlar. Adı Kültür Bakanlığı..Kimdir bilmem ama adamcağıza akıl öğretip duruyorlar. Bazende tebrik ediyorlar. Kimdir bu acaba? Görünce ısırsam mı ısırmasam mı karar veremedim..Sanırım buraları yeterince korumuyormuş.. Bak verecekler bana her gün beş kurabiye ben nasıl korurum gösteririm onlara 🙂

Frig vadisinden bir dur bir kalklarla adım adım ilerledik neredeyse..Bir ara bir köy’e geldik.. Bizimkiler birilerini görünce hemen sohbete başladılar..Eskişehir’li iki emekli karı koca buradaki köy evlerinin önünde çapalıyorlar. Ben ise bu arada çevreyi kolaçan ediyorum.. Hani çevrede başka köpek varsa ona burada olduğum mesajını bırakmalıyım.. Niye diye sormayın.. İç güdü denilen şey yüzünden koklayıp bazende olmayan çişimi yapıyorum..İçgüdü işte :))

Tam konuşurlen Murat heyecanla toprağa atlıyor.. Sanki havuz.. Adamcağız ve bizler şaşırıyoruz…Üzerini silmeye çalıştığı bir pişirilmiş bir kili eline alıyor..Üzerindeki işaretler ilgisini çekiyor.  Sanırım Friglerden kalan bir şeyi buldu. Öyle heyecanlamasa olmaz sanki..Korktum ve tüm koku kontrasyonum ortadan kalktı…Bugünkü evdeki tabağa 4000 yıl sonra birileri atladığı görse  kimbilir ne yapar.. Bırak Murat yaww..Dünya zaten 6 milyar yaşında..Yüzlerce uygarlık görmüş , en az dört kez evrimleşme görmüş bu dünyada kısacık insan tarihliği dönemine şaşmamak gerekiyor…Geçenlerde Nuray sesli okurken bende dinledim. Anadolu’daki dağlarda topladıkları fosiller yaklaşık 150 milyon yıllıkmış.. Neymiş 150.000.000 yıl… Ben kaç sene yaşıyorum: 15.. Bunu hayal bile edemiyorum.  Akıllı insan kaç senelik : 100.000 yıl. Murat’ın elinde tuttuğu fosil kaç senelik 150 milyon yıl..Kıyaslayın bakalım. İnsanlık tarihi bu fosile göre çok yeni. Bu fosilin yanında mağarada yaşayan insan sanki dün gibi yakın..

Güneş ve bulutları oyunları arasındaki öyle bir vadiye geliyoruzki manzara çok güzel görünüyor. Burada öyle su sesini dinleyecek dere yok belki ama çayırlık öyle güzelki..Ufuk açık ve seyir enfes…Aşağıdakiki fotoğraflar sadece görüntüyü veriyor. Buraların havasını almalı, dokunmalısınız. Yoksa kuru kuru fotoğraf hiç bir şeyi ifade etmiyor. Bu tepelerde, çayırlıklarda rüzgarın şarkısı ile gezmeli, o geçmişi yaşamalısınız…

Buradan çok keyif aldım.. Nuray’ın kucağından pencereden sarkarak rüzgarın keyifini çıkarıp biraz ilerledikten sonra durduk.. Murat uzun objektifini taktı ve çevredeki çiçek ve bitkiler fotoğraflanmaya başlandı. Ben de bu arada çiçeklerin kokuları içinde çayırlık içinde gezinmeye başladım. Tabiat öyle güzelki.. Görselliğinden öte kokusunu duymalı, rüzgarın getirdiklerini dinlemelisiniz..Bu yüzden kalkın ve keyife doğru yolculuk edin. Yoksa bir şey anlamak mümkün değil. Onlar fotoğraf çekerken otların arasına sırt üstü yatıyor ve gözleri kapıyıp sadece kokularla tabiatı dinliyorum.

Bir ara hep beraber tabiatı rüzgar eşliğinde dinledik. Ben gözleri kapadım yine ve kokusu ile dinledim tabiatı.

Keyfi sefamız sona erdikten sonra yola koyulduk yine. Porsuk barajı görünüyor yine… Bu sefer üzerinde büyük kuş sürüleri var üzerinde. Posruk barajı kuş göç alanı üzerinde olduğundan pek çok kuşa misafirlik yapıyor. Murat ile Nuray’ın hayranlıkla izledikleri pelikanlardan kareler. Bu karelerle Frig vadisinden ayrılmış oluyoruz. Kütahya-Eskişehir yolundan Nuray’ın annesinin evine doğru dönüyoruz.

Porsuk Barajı kenarında yer alan Frig yerleşim alanlarından biri:

Posruk barajındaki Pelikanlar:

Çok yol aldık.. Uykum gelince Nuray’ın kucağında uykuya dalıyorum..Sonrasında Eskişehir’deyiz….Bu gezide de çok şey görüp, öğreniyorum.. Sizlerin de bizim gördüklerimizi görmeniz dileğiyle hoşçakalın.

Ateşle Hayat bulan renkler: İznik Çinisi

0

Merhaba ben Biblo. Bizimkilerin işleri yoğun olunca yazıları ben yazmaya başladım. Bundan sonra gezilerimiz ben anlatacağım. Zaten ne Murat ne de Nuray bu işi beceremiyor. Aslında tüm gezileri ben organize ediyorum. Öyle kendi başlarına bir şey yaptıkları yok. Mayıs ayı enfes bir ay. Ne sıcak ne soğuk. Tam gezilecek zamanlar.  Murat geceden kulağına İznik sonra Eskişehir yapalım diye fısıldadım. Akıllı kendisi buluş yapmış gibi “Nuraycım Ankara’ya İznik sonra Eskişehir üzerinden gidelim” dedi… Ben dilimi çıkartarak heyecanla “Evet olur” onayını aldıktan sonra heyecanla dışarı bakmaya devam ettim.

Cumartesi sabahı bakıyorum hava kapalı.. Süper.. Saat olmuş 07:00.. Hemen bir kalk havlamasıyla önce Murat’ı sonra Nuray’ı kaldırıyorum. Murat’la site içinde kısa bir turdan kahvaltımızı yapıyor ve Nuray’la araca eşyaları yükleyip yola çıkıyoruz. Cimri Murat feribota binmeyip İzmit körfezinden doğru yol almayı tercih ediyor. Aslında gerekcesi çok da kötü değil. Feribottan sonra tekrar doğuya gidecek olmamızdan dolayı İznik’e Gölcük üzerinden doğru gidiyoruz.

Bu yol enfes. Dağlar çok yüksek değil, ortam ise yemyeşil. Bol bol da dere var. Bir ara Murat aracı kenara çekip aşağıda her iki tarafı dere ile çevrelenmiş çiftliği kareliyor. Ne güzel koşulur bahçesinde…

Hava kapalı ama yine de ılık. Çok susayıp pet şişeyi tırmıklayınca Nuray, Murat’ı ilk çeşmede durması için talimat veriyor. Murat’a doğrudan bir şey anlatmak çok mümkün değil. Tamam araba kullanıyor ama yine de dişi zekasından yoksun. Nuray’a anlatıyorum. O da Murat’a komut veriyor ve benim dediğim yapılıyor ve en yakındaki çeşmede duruluyor ve suyumu içiyorum. Suyumu içtikten sonra çevrede koku analizi yapıyorum.. İşte benim güzel bir fotoğrafım daha :

Bu moladan kısa bir süre sonra kocaman bir göl olan İznik gölü’nü tepeden görüyoruz. Aşağıda her yer zeytin bahçesi..Ben sevmem ama Murat leblebi gibi yer. Ona bir ekmek bir de zeytinleri verin yeter..Yukarıdan gördüğümüz yer Boyalıca kasabasıymış. Murat’la buraya motosikletle bir kez daha gelmiştik ama Nuray’la konuşurken duyuyorum meğerse motosikletle bensiz defalarca gelmiş. Hain ne olacak..Bensiz gezmiş meğersem..

Kısa bir süre sonra bizimkiler İznik’e geldik diye seviniyorlar. Bakalım beğenecek miyim? İlk olarak hemen şehrin girişindeki I.Murat Hamam’ında duruyorlar. Hamam 14.yy’da yapılmış. İyi restore edilmişki patilerim gayet düzgünce yere basıyor. 2007 yılında restore edilen hamam bahçesinde İznik çini işleri satılıyor. Murat’ın kucağında ezgilerle yankılanan Hamam’a giriyoruz. Gitarist müziğini hamamın duvarlarında müziğine ses buluyor. Ezgilerle geçimişe gidiyor tek tek hamamın odalarını geziyoruz.

Etrafda öyle çok insan yok. Rahatlıkla geziniyorum. Murat’a bağlı tasma ile rahatlıkla Murat’ı istediğim yöne çekiştirebiliyorum. Bu tasma denilen şey istenilen yere götürme de son derece faydalı. Diğer konuştuğum köpekler olayı yanlış anlamış olacaklar, tasmanın kendileri için takıldığını sanıyorlar. Halbuki çok faydalı.. Etrafda istediğim gibi Murat’ı dolaştırdıktan sonra araca geri dönüp yola devam ediyoruz.

Aracı park edip İznik sokaklarında gezintiye başlıyorum. Kent oldukça temiz. Temizlik ve çevre işlerinden sorumlu müdürü kutlamak gerek. Murat’ın deliler gibi çalışıp ödediği vergiler boşa gitmemiş burada..Sonrasında merdivenlerden inmekte ısrarlı Murat’ı kırmayıp iniyorum.. Bahçe enfes. Burası Ayasofya..

Ayasofya camisi büyük bir yapı. İçeri de epey bir kalıyoruz. Bizimkiler dolaşırken ben de bağımsız olarak etrafı dolaşıyorum. Nuray’a takılmak pek mümkün değil. Bir yapıtın başında oturur dakilarda okur sonra da inceler. Kısacık ömrümde yüzlerce yıl öncesini hiç merak etmiyorum. Bu arada beni de karelemişler. İznik’in Ayasofya’sını merak ediyorsanız gidip görün.. İşte benden tarihi pozlar :

İznik aslında surlarla çevrili bir kentmiş. Kent’e giriş için dört kapı kullanırmış. Kent bu surlarla korunaklı haldeymiş. Bugün halen surlar korunuyor. Kapılar çok iyi olmasa da korunur durumda. Murat ile Nuray’ın tarih merakı yüzünden bende az çok bilgileniyorum. Surlar epey bir eski. Kokladığım zaman anlamıştım. Nuray’ın anlattığına göre surların tarihi MS. 123 yüzyıla kadar uzanıyor.İç surlar ve dış surlarda toplam 238 kule bulunuyormuş.. Yani İznik’de dolaşırken surların içinde kalıyorsunuz. Kent’in tamamı bu surlar arasında yer alıyor. Bunu dinleyince burada gezinmek daha çok hoşuma gidiyor. İşte surlardan kareler:

İç ve dış surların hetbeylerinde etkilenmemek mümkün değil. Bizans imparatorluğu iyi inşa etmiş. Bol bol yürümek iyi geliyor. Bizimkiler fotoğraf çekeceğiz derken kısa sürelerde beni unutuyorlar. Neyseki tasmaya asılınca Murat beni hatırlayıp ilgilenmeye başlıyor. Sonra ünlü İznik çini çarşılarını geziyoruz. Çarşıda elbette yine ilgi odağı benim. Çarşı ve insanların tümü oldukça sevecen. Dükkan dükkan tek tek girip geziyoruz. Bizimkiler alışverişlerini yaparken ben de özellikle kırmızılı olan çinilere bakıyorum. Herkesdeki pozitif etkiyi sezmemek mümkün değil. Sanatçıların çoğundabu pozitif enerjiyi hissetmemek mümkün değil. İznik çinisini, ateşle ölümsüz kılıyorlar. El emeği göz nuru her bir eser..

Hemen sonrasında Çinili camiye doğru yol alıyoruz. Çini’li cami gördüğüm en güzel camilerden. Minaresi hemen ilgi çekiyor. Minaresinin tamamı biraz önce çarşıdaki çinilerle döşenmiş durumda.

Tek güzellik bu cami değil. Hacı Özbek camide oldukça güzel bir yapıt.

Epey bir yürüyoruz. Benim acayip hoşuma gidiyor. Zaman zamanMurat “Biblo gel istersen kucağa” diye seslense de bu teklif çok cazip gelmiyor. İster istemez surlar içinde geçirdiğim her birvakit benim daha çok büyülenmemi sağlıyor. Ne ben ne de bizimkiler durmak bilmiyor ve tarihi Çiniciler çarşısına gidiyoruz. Diğer çarşılar nispeten daha yeniler.

Nihayet hepimiz yorulup açıkıyoruz. İznik’e gelip de “Köfteci Yusuf” tan köfte yenmeden dönmek olmazmış. Köfteleri bir o kadar güzel.. Hesap ise o kadar ekonomik. Köfteci Yusuf’un köftelerine her şekilde kefilim ancak tatmadım ama Murat ile Nuray’ın büyük keyifle kaymaklı ekmek kadayıfı yediklerini biliyorum. İznik’e tam gün ayırmak gerekiyor. Önce surları ve dört kapıyı gezmeli. Sonra bu surlar içindeki tarihi kentte ateşte hayat bulan sanat eserlerini görmeli ve onlardan birer hatıra satın almalı. Sanatkarların yaptıkları bu eserleri sadece izleyip gitmek olmaz. El işçiliği ile yapılan bu eserlerden bizimkilerle birlikte ben de etkileniyorum. Nuray’ın dediğine göre Kırmızı Çinili bir eser ve Hayat ağacı almak gerekiyormuş. Çinilerin üzerinde kadırga kalyon yelkenli gemilerini görürseniz şaşırmayın.Bizimkiler merak edip defalarca sordukça bende öğreniyorum. Kimisi göle yelkenli gemilerin geldiği söylüyor. Bu çok inandırıcı olmamakla beraber Gemlik koyu’nda gelen Kadırga’larla yapılan alışveriş sırasında görülen gemilerin çiniler üzerine geçmesi daha akıllıca geliyor.

Çinilerin orginaller müzelerde sergileniyor. Maalesef bir kısmı halen yurtdışındaki müzelerde sergilenmekteymiş. Eskişehir’e doğru yola çıkarken ben de iyice yoruldum ve arka koltukta uyumaya başladım..Gün ve gezi bitmedi ama şimdilik benden bu kadar..

Vahşi Atların diyarındayız

1

Cuma günü Bursa’da işimizi bitiriyoruz. Sonrası mı? Kararsızlıklar zinciri sonucunda hiç bilmediğimiz Spil Dağı’na karar veriyoruz..Ne kadar uzaktayız, nerede kalırız, kaç saatte gideriz bilmiyoruz. Spil dağı adını ilk olarak 2 Ay önce duydum. Gece’nin bir yarısı ise 4-5 dakika şöyle bir internette göz attım. Neyse neredeyse gideceğiz. Nuray yolda giderken bir yandan kalacak yeri ayarlıyor. Biblo ise her zamanki gibi heyecanla çevreyi seyrediyor. Nuray Orman Müdürlüğünden yer ayarlıyor. Pahalı ama karar verdik gidiyoruz. Hafta sonu için küçük evlere 130 TL veriyoruz.  Evlerde ise her şeyi bizim getirmemiz gerekiyor. Biz ise bu sefer hazırlıksız. Yanımızda çadır ve kamp malzemelerimizde bulunmuyor. Neyse Bursa’dan çıkmadan önde Mudanya yolundaki Özdilek Alışveriş merkezine girerek temel ihtiyaçlarımızı alıyoruz.  Spil Dağın’daki evlerden rezervasyon için 0 236 237 10 63-65 telefonlarını aramak gerekiyor.

Epey bir yol aldıktan sonra Manisa’ya variyoruz. Aslında Spil Dağı’nın Manisa’nın hemen dibinde olduğunu da yolda Nuray Netbook’undan internet araştırmasına öğreniyoruz. Aslında bu duruma biraz moralimiz bozuluyor. Hemen şehirin dibinde olan bir yer için bu kadar yolculuğa değecek mi? sorusu işaret oluşturuyor. Spil Dağı’nı yavaş yavaş tırmanıyoruz. 23:30 civarında konaklamayı yapacağımız zirveye en yakın yere varıyoruz.  Yer ayırttık ancak Orman memurlarından iz yok. Neyse kaldıkları lojmanı bulup uykularından kaldırıyoruz. Pek memnun olmasalarda evimizi gösterip anahtarı teslim ediyorlar.

Zaten bir kaç parça olan eşyayı eve taşıyıp hemen veranda’ya çıkıyoruz. Çevre’de otlayan atları görüyoruz. Sessizce biz onları izlerken kaslı vücutları ve asil görünüşleri etkiliyor bizler.. Ne bir eğer ne de başka bir şey var. Tamamen serbest durumdalar. En öne birisi çıkıp bizi iyice süzüyor ama sonradan otlamaya devam ediyor. Bu muhteşem iletişim gecenin sessizliğinde ve büyülüceği etkisi yaklaşık yarım saat kadar sürüyor. Nuray’la ikimizde masal diyarında gibiyiz.. Yabani atlar özgür ruhları ve kusursuz bedenleriyle hemen karşımızda duruyorlar. Yatağımıza yatarken bile yukarı kattaki pencereden seyretmeye devam ediyoruz.

Ertesi sabah kalktığımızda hep beraber yürüyüşe geçiyoruz. Evlerin önünde bulunan büyük yeşil alanı aşığ yola çıkıyoruz. Oradan hemen yanımızda bulunan kurumuş göleti ve yaylayı ziyaret ediyoruz.

Kaldığımız evde küçük buzdolabı ve ocak bulunuyor. Hepimiz çok açıktık. Sağlam bir kahvaltı yapıp çevreyi gezinmek için yola çıkıyoruz. Geceleyin geldiğimiz yola geriye doğru giderek Spil Dağı’nı gezmeye başlıyoruz. İlk ziyaret noktamız aşağıdaki gölet oluyor.

Gölet o kadar etkileyici değil ancak çevresindeki yaban laleri görülmeye değer. Harika olan lalelerin doğal ortamlarında görmek son derece etkileyici. Lalelerden karelerimiz:

Göleti ve yaban dağ lalelerini terk edip aşağı doğru yol alıyoruz. Bir levha ile yamaç paraşütü yapılan noktaya doğru ilerliyoruz. Burası umduğumuz gibi Manisa’yı tepeden izliyoruz.  Manisa’daki sanayi ve şehri rahatlıkla gözlemlemek mümkün.

Sonrasında aşağıya inmeye devam ediyoruz. Turgutalp’de karnımızı doyurup çayımızı içip tekrar kamp alanına doğru yola çıkıyoruz. Kamp alanından ilerleyip dolin gölünü arayışa geçiyoruz. Dolin karst yapı içinde çökme sonucunda oluşan tava şeklinde çukurluklardır. Suyla dolarsa dolin gölü diye adlandırılıyor. Kamp alanından dağın güney-doğu tarafına doğru devam ediyoruz. Yolda ilerlerken vadinin diğer yakasında pek çok mağara görüyoruz. Bir yandan  fotoğraflıyoruz bir yandan devam ediyoruz. Bir virajı alır almaz önümüzde Spil Dağı’nın özgür atları karşımızı çıkıyor. Hemen duruyoruz. Sürünün lideri geri dönüp bze bakıyor ve gözlemliyor. Sürü ilerlerken o bizi gözünden ayırmıyor. Araçı bırakıp Nuray’la yürüşe geçiyoruz. Atlar bir noktada yoldan ayrılıp dağa yöneliyorlar. Ne kadar ürkek davransalarda konumlarını bozmuyorlar. Nuray’la çok da kısa olmayan bir süre onları hem seyrediyor hem de fotoğraflıyoruz. Bizlerde pek çok kişiye özgürde olsak onların asil ve özgür duruşları oldukça etkileyici…Umarız ki asırlarca bu özgürlükleri devam eder ve Spil dağı’nın asıl sahipler onlar olurlar. Şunu unutmamak gerekiyor Spil dağında misafir olan bizleriz ve saygılı bir misafir gibi davranmalıyız. İşte Spil Dağı’nın yaban atları:

Bir önceki gece yarısı yaban atlarının hemen yanıbaşımızda otlamasından sonra bu manzara bizi daha da etkiliyor. Hep yarıştırılan, çalıştırılan atları görmeye alışıp olduğumuz atları bu şekilde özgür olunca ben de büyük bir haykırış hissi uyanıyor. Onlar özgürler ve istedikleri gibi davranıyorlar. Kimsenin veya hiçbir sistemin kölesi değiller… Onlar sadece ve sadece Spil Dağ’ının özgür atları..

Bu etkileyici manzarayı bırakıp dolin gölü’nü bulma umuduyla aşağı doğru inmeye devam ediyoruz. Aşağı inerken başka bir sürü daha karşımıza çıkıyor. Bu sürede bulunan taylar oldukça sevimliler. Bunları da dakikalarca seyrediyoruz.

Aşağı  doğru topraklı yolda yol alıyoruz. Keşfetmek öyle güçlü bir duygu ki kimse bu yoldan sizi ayıramıyor. Zaman zaman saatlerce güneş altında alıyor, zaman zaman da bu şekilde  toz içindeki virajlı yolda yol alıyorsunuz. Aşağıdaki köye doğru ilerliyoruz. Yolumuza ilk çıkan araca dolin gölünü soruyoruz. Aslına bakarsanız klasik Ege’li yanıtı olarak oraya gitmek zor yanıtını alıyoruz. Önce yol alsakda onca caydırıcı cevaba yebik düşüp dönüş yoluna geçiyoruz. Bu yenilgi içimizde kalıyor. Ancak Anadolu insanına olan güvenme duygumuz daha ağır basıyor..Nitekim Ege insanı biraz daha farklı. Kesinlikle güvenilmez değil ama daha yavaş ve ağırkanlı.. Nitekim oyun havaların da belli değil mi?

Yukarı çıkarken aradığımız dolin gölünü görüyor ve hemen gölün kenarında bulunan aracı fark ediyoruz ve üzülerek uzaktan izliyoruz. Varlığını görmek bile mutlu ediyor ama yöre halkını tanıyarak hareket etmenin gerekliliğini öğreniyoruz. Maalesef bize göre Ege halkı biraz daha ağır kanlı ve onların zor dediği bizim için günlük yaşantı olabiliyor. Kimse alınmasın ama bizim için durum böyle.. Ulaşmadığımız dolin gölünün uzaktan görüntüleri. Gölün kenarında bulunan araca imrenerek bakıyoruz:

Dolin gölü umduğumuzdan daha büyük. Dolin gölü’nün büyüklüğü bu civardaki mağaraların ne kadar araştırılmaya değer olduğunu ortaya koyuyor.

Ertesi gün kahvaltısı sonrasında kısa bir geziyle Spil Dağın’dan İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz. Spil Dağın’dan son kareleri alarak yola Spil dağı’nı terk ediyoruz.

Gözden uzakta Bölüklü Yaylası

0

İlkbahar geldi… Yeşilleniyor ağaçlar, çiçekler açıyor.. Tepelerden doğan akarsular soğuk sularını dağ eteklerine döküyor. Kdz.Ereğli’ye annemizin babamıza ziyarete gidiyoruz. Cumartesi bizimkilerin işlerini fırsat bilip bizde çevredeki dağlara doğru yola koyuluyoruz.

Kdz.Ereğli çoçukluğun geçtiği yer ama pek çok da gidemediğim yer var. Bunlardan biride adını son zamanlarda duyduğum Bölüklü yaylası. Gezi künyemiz:

Mesafe:
Alaplı-Yayla arası  yaklaşık 42 KM
Rakım: 1100 metre
Yol: Toprak yol. Normal araçla gidilebilir.
Yiyecek: Ekmek-Peynir. Yaylada su var. Molabey Köyü’nden mancarlı ekmek almayı unutmayın.
Süre: Yaylaya ulaşım süresi geze geze 1 saat
Haritamız:

Alaplı Deresi’nin doğduğu noktaya doğru gidiyoruz. Tam bir ilkbahar havası var. Hava enfes. Her yer yemyeşil olmuş durumda. Alaplı’dan derenin hemen yanından Molabey Köy’üne doğru yol alıyoruz. Her yerde küçük traktörler var. Eskiden pancar moturundan bozma yaparlardı. Hep yamaçlarda tarım yapıldığından araziler küçük. Bu yüzden büyük traktörler kullanılamıyor.

Kısa sürede asfalt yoldan Molabey Köy’üne erişiyoruz. Burada durarak mancarlı köy ekmeğinden alıyoruz. Biblo cama yapışık vaziyette gidiyor, öyle heyecanlıki gördüğü her şeye heyecandan havlıyor. “Yuppii bakın geziyorum, çok mutluyum” havhavları bunlar. Sadece ağzıyla değil, gözleriyle de gülüyor.

Molabey köy’ünden sonra rakım sürekli artıyor. Ağaçlar tünel yapmış.. Biz yol alıyoruz. Yanımızda akan dere Alaplı Deresi. Aşağıda olduğu gibi değil. Son derece berrak ve temiz. Yukarı doğru çıktıkça dereye katılan kolları birbir aşağıda bırakıyoruz ve derenin suyu azalıyor. Orman ağırlıklı kayın, gürgen ve meşe ağaçlarıyla dolu. Zaman zaman kestane ağaçları da dikkatimi çekiyor. Bahçelerde ise fındık en çok gözümüze ilişen tarım bitkisi. Rakım artıp yaylaya yaklaştıkça köknar ağaçları ormana hakim oluyor.

Halen çalışmakta olan su değirmeni. Ağırlık mısır övütümü için kullanılıyor.

Alaplı deresi yol aldığımız vadinin tabanından kıvrıla kıvrıla akıyor. Yayla’ya kadar hep bizimle birlikte olacak.

Sonunda yaylaya varıyoruz. Yayla’da üç aile görüyoruz. Onlarda yaza hazırlık amacıyla gelmişler. Yayla’da iki tane de yaramaz köpek var. İlk başlarda rahat bırakmasalarda sonradan anlaşıyoruz. Yayla çok büyük bir alan değil ama ortam oldukça güzel. Yayla’nın hemen arkasındaki tepenin heyelandan kaydığını görüyoruz. Yayla’da her yer papatya ve yayla çiçekleriyle kaplı. Ağaçlara ise henüz bahar gelmemiş durumda.

Yayla çevresinde biraz dolaştıktan sonra ağaç altına geçip karnımızı doyuruyor hem de yaylanın keyfine varmaya çalışıyoruz. Biblo’da çimenlere uzanıp, yaylanın suyunun tadına bakıp keyif yapıyor. Arada sırada köpeklerle koştursada benim araya girmem ile kavga edilmiyor. Mancarlı ekmek ve Alaplı’dan aldığım Çaycuma kaşar peyniri ile karnımızı doyuyoruz. Kaşarın tadı da enfes..Ekmekle öyle güzel gidiyorki..Ekmeğin yarısını neredeyse yaylanın iki azmanı köpekler bitiriyor.

İşte dinlence yerimiz:

Yayla’nın daha yukarısında Bacaklı Yaylası var. Ancak eve çokda gecikmek istemiyoruz. Bu yüzden yaylanın yukarısındaki Anıt Ağaça gidip dönüş yoluna geçeceğiz. Anıt ağaç yolu dar ve hemen gidişdeki sağ tarafı dik uçurumdan oluşuyor. Aslında yürümek en iyisi.. Ancak araçla girdiğimizden yola devam ediyoruz. Zaman zaman yola düşmüş kayaları da zikzaklarla geçip Anıt ağaça varıyoruz. Ağaçın hemen aşağısına Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından bir tabela bulunuyor. Bu tabela’da verilen bilgiye göre ağacın cinsi Porsuk. Çevresi 8 metre. Yaşı ise 1000 yaşında deniliyor. Maraş’ta gördüğümüz ardış ağacını anımsıyoruz. Çevresi 12 metre, yaşı ise 1500 yaşındaydı.

Görülesi anıt ağacı ziyaretimizden sonra yayla’dan aşağı doğru iniyoruz. Bir aracın bozulmuş olduğunu görüyoruz. Yardım için duruyoruz. Yayla’ya çıkarken araçları bozulmuş.  Gelin götürelim diyoruz. Biz yürüyüz deselerde mahalle’nin çok da yakın olmayacağını düşünerek en azından çouk ve bayanları götürelimi teklif ediyoruz.  Mahalle Tavaklı yolundan yukarıda. Sanırım mahallenin adı Fındıkağaç’tı. Hanımları bıraktıktan sonra erkekleri de eve bırakıp Ereğli’ye dönüyoruz.

Oldukça keyifli bir gün daha geçiyoruz.

Popüler İçerikler

Rastgele Yazılar